![]()
Metin ÖNAL MENGÜŞOĞLU
bursaseyirdefteri1@hotmail.com
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı
19/05/2017 Radyoda türkücü hemşerimiz Adile Karatepe ‘Hüseynikten çıktım seher yoluna’ adlı Harput türküsünü okuyordu. Evimizin bereketi sevimli ihtiyar, çocuklarımın ninesi, ansızın kulaklarını açtı, dikkat kesildi. Bir müddet türküyü dinledikten sonra “ya” dedi “eskiden bütün yolların böyle bir adı vardı.” Ardından birtakım adlar saydı, hepsi birer yol adıydı. Sonra dedi ki “Ya şimdi? Şimdi hepsinin tek bir adı var: “asfalt!” Artık türkünün içimizi kavuran ezgisi yerini bir endişeye bırakmıştı. Hemen hatırladım; çok yakınlarda bir Mersin seyahati sırasında dikkatimi çekip içimi yakan o vakıayı. Çok da şehrin merkezine uzak düşmeyen bir mahallede, varacağımız evin sokağını ararken, on altı bin küsur rakamını görmüş ve dehşetle irkilmiştim. Ardından en yakın sokakları da teker teker görme ihtiyacı duydum. Sonuç tahmin ettiğim gibiydi. Bu yöredeki sokaklara isim yerine rakam takılmış, üstüne üstlük rakamlar on altı bin civarına erişmişti. ‘Eyvah ki eyvah’ diye geçirdim içimden. Biz insanlar, hepimiz, bugüne rağmen hem biraz geçmişte yaşıyor hem de geleceğe dair umutlar besliyoruz. Böyle bir hassasiyeti yitirenlerin insanlık damarlarında eksilmeler var demektir. Hatırasız ve geleceksiz, insanlar nereye kadar ve ne ölçüde insani bir hayatı sürdürebilirlerdi ki? Şehirlerine, mahallelerine ve sokaklarına isim takmaktan aciz görünenler, yarın belki evlatlarına da isim takamayacak, onları da numaralarla çağıracaklar diye korkmaya başladım. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın benzetmesiyle “asıldığı yerde unutulmuş bir takvim gibi geçmiş zamanda” yaşayan köhne insanlardan kaçarken, insanlık şimdi de kendini taş üstünde gövermiş köksüz ve kuru bir bitkiye mi dönüştürmektedir? Ki ilk esen rüzgârla uçup uzaklara, bilinmedik diyarlarda çürümeye, kaybolmaya yüz tutsun? Biraz Geçmiş Biraz Gelecek Nedir Bu acele, kim kovalıyor arkalarından ki, insanlar, yerleştikleri mekâna bir isim takmaya vakit bulamadan yahut isim takma zahmetine bile katlanmadan buralara yerleşip, yaşadıklarını sanmaktalar? Yaşamak elbette bugün gerçekleşen bir şeydir lakin aynı zamanda biraz geçmiş ve biraz da gelecek demektir. Zira bütün şimdiler birer dün ve yarının arasına sıkışmıştır. Zaman denilen büyük nimet, esasen insanoğlunun tabi tutulduğu ilahi sınavın mühletinden başka nedir ki? Bu mühlet zarfında umulan ve beklenen odur ki insan, her anını kendisine bu mühleti veren Zat karşısında bir sorumluluk bilinciyle sürdürsün. Bu da nasıl mümkündür? Bakıldığında insan kendisini bir kâinat/tabiat ortasında bulmaktadır. Tabiat kendisine göre daha cansız ve iradesiz bir görünüm arz etmektedir. İyi düşündüğü vakit, kişinin verilen mühlet zarfında ‘tabiata rağmen’ yaşama deneyiminde bulunması, bazen mümkün gibi görünse bile, akıbette, acımasız geriye dönüşlerle bu çabayı sürdüreni çarpar, mağlup eder. Oysa topyekûn tabiat insana faydalı ürünler sunan sağmal bir varlıktır. Onu okşar ve beslerseniz sağlıklı besinler verir size. Aç bırakır, hor kullanır, ihmal ederseniz, o zaman gazabına uğrarsınız. Tabiatın gazabı ne kadar çetindir, yakınlarda uğranılan Van depremiyle bunu hakkel yakin ve aynel yakin herkes görmüştür. Yalnızca isim takarken değil, şehirleri kurarken de mekân seçiminden, iklimin hesaba katılmasına, tabiat ve insani hayata dair korunma, barınma gibi ihtiyaçları gözetirken kalbî ve manevî ihtiyaçların ihmale uğramamasına dikkat edilmelidir. Mahremiyeti korumaya azami özen gösterilirken, dayanışma ruhunun temeli olan komşuluk imkânını ortadan kaldıran unsurların yaşaması sağlanmalıdır. Bu da ancak aile mutluluğunu bilhassa gözeten meskenler inşasıyla mümkündür. Şehri kuran toplumun din ve dünya görüşü, hayat anlayışı, idrak çeşidi hemen bütün ince mimari unsurlara kadar işler. Nitekim kadim şehirlere bakıldığında bu izler çok açık biçimde önümüze çıkmaktadır. Bağdat, Şam, İstanbul, Mardin, Midyat, Safranbolu, San’a, Kahire, Prag, Paris, Roma tipik örneklerdir. Günümüzde asıl sorun yeni şehirlerin kuruluş aşamasından ziyade, kurulu şehirleri, yeni sakinleri ve çoğalan nüfusu oranında genişletirken yaşanmaktadır. Dünyanın bizim yaşadığımız tarihe bakıldığında son derece uzun bir geçmişi vardır. Bizden önce öyle topluluklar burada yaşamış ve öylesine köklü medeniyetler ve şehirler kurmuşlardır ki, öncekilerden daha ileri sandığımız bizim bugünkü zihnimiz, bunu kavramaktan ve izahtan aciz kalmaktadır. Demek ki atalarımıza, bizden öncekilere göre daha medeni olduğumuz hususunda bir zan varsa, bunun ne kadar ham bir hayal olduğu unutulmamalıdır. Nitekim bugün içerisinde birer acemi turist gibi gezip durduğumuz dünyanın şu kadim şehirleri, nasıl da şaşırtıyor hepimizi. O günkü teknolojik imkânlar düşünüldüğünde bu muazzam mimarî şaheserlerin ortaya konulmuş olması sanki birer mucize gibidir. Özellikle taş ve ahşap işçiliğinde dünyanın her bölgesinde, dönemimizden önceki ustaların hemen hepsi estetik, mimarî deha, insanı önceleyen bakış itibariyle bugün yaşayanlardan çok ileride görünmektedir. Bu acaba neden böyledir? Öncekiler kullanılabilir bütün tabiat malzemelerini tükettiler, yenilere hammadde bırakmadılar, taş ve ahşap bitti diye mi? Yoksa onların görüp gözettiği değerlerle şimdikiler arasında önemli farklar mı vardır? Eskilerin bugünküler kadar birbirini sıklıkla görme, diğerleriyle kendisini mukayese etme imkânı yoktu. Her toplum kendi yöresinde ve dar alanda var olma çabası peşindeydi. Böylece her toplum taşıdığı iman manzumesinin, dünya görüşünün ihtiyaçları, yaşadığı mekânın coğrafi şartları, tabiatın sağladığı yöresel imkânlar ve bizzat kendi içerisinden çıkarttığı sanatkârların deha ve sezgilerini buluşturup birleştirerek, kendine mahsus olan değeri üretmekteydi. Birbirini taklit edecek kadar uzun boylu görüşmeler ve yakınlaşmalar bugünkü kadar yoğun yaşanmamaktaydı. Görülen odur ki en çok mimari alanda bu yeni insan tipi, eskilere nazaran daha çok kopya çekmektedir. Birbirinin benzeri gökleri delen muazzam beton yapılar, dünyanın her modern(!) şehrinde yükselmektedir. Oysa eskilere bakarak öğreniyoruz ki şehir mimarisi de neticede önemli bir sanattır ve her sanatın kendine mahsus bir üslubu vardır. Pekâlâ, yeni şehirlerde bu, böyle mi gerçekleşmektedir? Küresel köy deyince bunu mu anlamalıyız? Kolaycı, kopyacı, üslupsuz ve kimliksiz… Kentsel Dönüşüm ve Muhafazakârlık Türkiye açısından, mesela İstanbul ve Bursa açısından meseleye baktığımızda ne görülmektedir? Bu iki şehirde yaşayan ahalinin yüzde elliden fazlası muhafazakâr oy sahibidir. Bu iki şehirdeki müteahhitlerin de büyük ekseriyeti muhafazakâr düşünceli insanlardan oluşmaktadır. Bu iki şehrin bir zamandan bu yana belediye yetkilileri de aynı düşünce dünyasına mensupturlar. Muhafazakârların ise ne ölçüde geçmişe düşkün olduklarını söylemeye bile hacet yoktur. Müslüman kimliklerini (herhalde yeterli itimat telkin etsin diye) özellikle öne çıkartarak, adeta bas bas bağırarak yola çıkan müteahhit, kooperatif ve belediyeler, modern(!) çağın ihtiyaçları diyerek, sırt sırta vermiş yatak odaları ve herkesin komşusunu rahatlıkla duvardan duvara dinleyebileceği mekânlar inşa etmeyi sürdürmektedirler. Bir vakitler adına Gecekondu denilen ucube yapıların göz yumucuları da yine devlet idi. Şimdiki Kentsel dönüşüm adlı ihanet de besbelli bir devlet projesidir. Gecekonduyu yıkıp yerine Kentsel dönüşüm adındaki ucubeler bilmiyorum ki hangi sanat, estetik ve ahlak yoksunu zihnin eseridir. Görülen odur ki hem tabiatı hem de özlediklerini iddia ettikleri geçmişi en çok tahrip edenler, işte bu gösterişli reklamlarla Gecekonduları yıkıp kentler inşa ettiğini savunan muhafazakârlardır. Belki de bu sebeptendir ki hiçbirisinin iki yakası bir araya gelmemektedir. Bu derin ve manevi tezattan ötürü işlerinde bereket yoktur. Duaları bile kabul olmamaktadır. En çirkin moda ise “Marka Kent” yahut “Avrupa Kenti” gibi bayağılık ve özenti kokan sloganların arkasına sığınılarak gerçekleştirilen tahribatlarla karşımıza çıkmaktadır. Sanki kimse Avrupa Kenti nedir, nasıldır bilmiyormuş gibi bir gösteriş budalalığıyla şehir sakinlerini aldatmaya kalkışmaktadırlar. Prag, Budapeşte, Paris, Roma birer Avrupa kenti değil midir? Nasıl oluyor da bu şehirler büyürken diyelim altı yüzyıl önce şehre dikilen yüksek bir katedral münasebetiyle şehir meclisi şöyle bir karar alabiliyor: “Bu tarihten itibaren bu şehirde artık hiçbir yapı bu katedralden yüksek olmayacaktır.” Ve nasıl oluyor da tam altı yüzyıldan bu yana o şehir meclisleri bu yasayı bir kere bile çiğnemiyorlar? Hadi bakalım İstanbul ve Bursa’nın belediyeleri de becersinler böyle bir ilke ve prensibi; görelim o zaman “Avrupa Kenti” ne demektir. Şu bonkörlüğe bakınız ki, Bursa’nın kalbini tahrip ettiği her insaf sahibince bilinen ve görülen Doğanbey Kentsel Dönüşüm projesiyle yükselen gökdelenleri, şehir meclisleri, şimdi nasıl tıraşlar ve daha az kata indiririz, diyerek toplantı üstüne toplantı yaparak çözüm aramaktadır. İzmir’de Akevler, Ankara’da Elif Sitesi, Bursa’da Doğanbey Kentsel Dönüşüm Bölgesi ve bütün Türkiye’de TOKİ marifetiyle ortaya konulan çarpık, üslupsuz, sanat zevkinden uzak, tarih ve coğrafya imkânlarını asla gözetmeyen mimari örneklere bakılmalıdır. Çocuk parkı, kadın erkek yüzme havuzu, güvenlik çemberi, kat bahçeleri, depreme karşı dayanıklılık gibi konforları ihmal etmeyenler, bu, geçmişle yatıp geçmişle kalkanlar, geçmişi nasıl ihya edeceklerdir? Egemen rantçı ve maddeci zihniyeti kopyadan öte bir anlam ifade etmeyen üretimleriyle kimi aldatmaktadırlar? Bir tek Allah kulu mesela her gün abdest alan müminleri hesaba katarak, buna uygun düşen bir lavabo icat etmiş midir? Tersine, mekândan biraz daha iktisat etsin diye daraltılmış alanlara alafranga tuvaletler kondurarak, zavallı insanları inkıbaz etmekten öte bir marifet sergilememektedirler. Lafa gelince “bizim kaynağımız Kur’ân, Sünnet ve bin yıllık tarihtir” diyenler, uygulamada materyalistlerden daha çıkarcı davranabilmektedirler. Düşünün ki bir Müslüman tabiata karşı ve tabiata rağmen bir yeşillik projesinin ardına hiç düşer miydi? Ama bu muhafazakârlar tabiatın boynunu bükerek kendi icatları olan uydurma yeşilliklerle fiyaka satmaktadırlar. Bir zamanlar Avrupalı olunacak diye milleti bitli akasya ağacına mahkûm edenler laiklerdi. Onlar bu sebepten ıhlamur, kestane, çınar ve serviden mahrum bırakmışlardı şehirleri. Şimdiki muhafazakârlar ise TOKİ marifetiyle güya evsizleri eve kavuşturmak adına milleti tabiattan kopartacaklar. Memleketin hemen bütün büyük ve kadim şehirlerini yöneten muhafazakâr belediyeler belki bir müddet tarih kokan eserleri yeniden hayata katmada, ayağa kaldırmada bir rol oynadılar. Bu elbette takdire şayan bir davranıştı. Lakin aynı hassasiyeti maalesef yeni inşa alanlarında nedense bir türlü göstermediler. Onlar da modaya uyarak saçma sapan ve anlamsız ifadeleri dillerine dolayıp “marka kent, kentsel dönüşüm, Avrupa kenti” gibi üzerinde asla düşünülmemiş, sonradan görme söylemlerin ardına düştüler. Ne çıktı ortaya? Şahsiyetsiz, kimliksiz, birbirinin kopyası, benzeri, işte burada sahiden ‘ucube’ denilebilecek yapılar çıktı. Cahil insanlara terk edilen cami yaptırma dernekleri marifetiyle her tarafından ilkellik akan camiler inşa edildi. Kimsenin buna karşı çıkma cesareti de olamadı. Köprüler, iş hanları, çarşılar, resmi-gayrı resmi binalar, meydanlar, kaldırımlar, sokak ve cadde düzenlemeleri daha mı farklıydı? Oralarda da maalesef ne tarihi doku, ne iklim şartları, ne de sahici insan ihtiyaçları gözetilmektedir. İşin garibi şehirleri tahrip edip kente dönüştüren muhafazakâr kimlikli bu yetkililer, nereden uyduruyorlarsa bir de yaptıklarından ötürü aldıkları ödülleri ilan tahtalarında sergilemiyorlar mı; işte hadisenin en trajik yanı da burasıdır. Hülasa bizim yaşadığımız coğrafyanın kadim şehirleri, muhafazakârların özentileriyle ortaya çıkan kimliksiz kentlerin altında kalmıştır. Gelecek zamanların arkeologlarına birer malzeme olmaktan başka bir değerleri maalesef kalmamıştır. |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı-2 - 19/10/2019 |
Düşünme kendiliğinden ve her basamağında, her modelinde dinamik bir eylemdir. Durup düşünmek denildiğinde de dinamizminden bir şey kaybetmez. |
‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı -1- - 09/08/2019 |
Dilin mumyalanması, dondurulması demek ise, bireyin düşünme mekanizmasını iptal ederek, kendisini, kendisi gibi bir beşerin iradesine bağlaması demektir. Doğrudan bağlanma da denilebilen bu irtibat, rabıta diye de bilinmektedir. |
İNSAN KİMDİR? - 03/05/2019 |
Sözsüz vahyin dilinde doğrudan insan teki ile alakalı ifadeler, büyük çoğunlukla olumsuzluklara dair karakterlerin tasviri yüklüdür. |
Bin Birinci Endişe - 03/04/2019 |
Dindarlığı Nereden Başlatmalı? |
Şairce Bir Hasret, Çığlık Hürriyeti - 24/02/2019 |
“Çığlık Hürriyeti” ifadesi elbette sözün gelişi bir genç şairin özlemiydi. Aslında hürriyet tek başına bugün bütün Müslümanların üzerinde yeniden düşünmeleri gereken önemli bir kavramdır. |
EYVAH DEİZM YAYILIYOR DERHAL “İSLAM’I GÜNCELLEMELİ” - 18/09/2018 |
Münasebetsiz hatta densiz bir haber, devlet başkanını yukarıda tırnak içerisinde verdiğimiz sürçi lisana mecbur etti. |
MARTİN LUTHER DE BÖYLE Mİ DEMİŞTİ? - 26/06/2018 |
Kanaatimce Müslüman dünyadaki ana blokları gelenekçiler ve modernistler diye değil, muhafazakârlar ve devrimciler diye tanımlamak daha sağlıklı olacaktır. |
Muhafazakâr Telaş Nereye Kadar? - 04/04/2018 |
1 2 Şubat 2016 Cuma günü Türkiye camilerinde okutulan Diyanet İşleri Başkanlığı çıkışlı hutbe, sosyal medyada tartışmalara sebebiyet verdi. İçim kabul etmedi, Rabbim ise kabul etti mi etmedi mi bilmiyorum. |
DAEŞ Menziline Nereden Varılır? - 18/06/2017 |
DAEŞ Menziline Nereden Varılır? |
![]() |