08/04/2017
Ölümden sonra dirilişe inanan kimselerin, hayata açılan penceresi, bu anlamda hiç kapanmaz, bunu biliyorum. Biliyorum da yeryüzündeki geçici hayatımızda, sayısız imtihan suali karşısında bulunduğumuzu da unutmamak istiyorum. O alde tabiatı tahrip etmek için mi yoksa ehlileştirmek maksadıyla mı yaratılmışız?

Bursa’da kadim mahallelerden birisinde, Umurbey’de, doğrudan hayatın kaynağına bakan bir pencerenin önündeyim. Ufkumun güneyinde, eski adıyla Keşiş Dağı’nın zirvelerine doğru, adeta Atlas okyanusu üzerinde uçuşan Albatros’ların göç
katarlarına benzeyen yeni teleferik kabinleri, durmaksızın çalışıyor. Neden buradayım; niçin bu saatte?
Anlatayım.
Bakış pencerem İpeker’in eski fabrika kompleksi ve bahçelerinin tam karşısındaydı. Ev sahibim gece geç saatlerde indiğim şehirde beni otellere bırakmadı. Salonundaki bir kanepede uyuyakalmışım. Haziran sonlarıydı; açık pencerelerden kaldığım odaya doluşan ıhlamur kokuları, bayıltıcı, sarhoş edici etkisiyle başka rüyalar görmemi engellemişti. Sabah ezanı okunmuş muydu, okunmamış mı, işitmemiştim lakin zihnimi ve kalbimi yani bütün dikkatimi üzerinde toplayan başka bir takım melodilerle uyanmıştım.
Bülbüller ötüyordu.
Gerçek olabilir miydi? Şehrin ortalarına denk düşen bir mahallede sonuçta minik bir şehir parkı sayılacak bu bahçede, bülbüller hala hayatiyetlerini sürdürüyor olabilirler miydi? Evet, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar sahiciydi işittiğim serenatlar. Demek güller de vardı bu bahçede.
Ortalık aydınlanınca bahçedeki asırlık çınar ağaçları, ıhlamurlar, ceviz, çam ve servi
ağaçları birer birer boy gösteriyorlardı. Hele yüz yaşını çoktan aştığı besbelli olan bir karadut ağacı vardı ki, bir benzerini o güne kadar asla görmemiştim.
Eski ipek fabrikasının bahçesinde kozaların haşlandığı havuzlarla, pişirildiği fırınların
kalıntıları, bu şehrin niçin meşhur İpek Yollarının kesiştiği noktada bulunduğunu açıklıyordu. Hem Güney hem de Kuzey İpek Yolu, Çin’den, Hindistan’dan başlayarak iki ayrı hat üzerinde yürüyerek buralara Bursa’ya ulaşıyordu.
Tabiat hem dirilişin hem de ölümün bir süreç içerisinde sergilendiği, insan evladına ibretlik sahneler sunduğu tablonun adı olmalıydı. İşte beni yorgun ve derin uykumdan ayağa kaldıran bülbül şarkılarıyla ıhlamur kokuları değil miydi?
Aydınlıkla beraber bülbüller susmuş bu sefer kargalar gaklamaya başlamıştı. Elbette sevimli sesleri yoktu bu hayvanların lakin yine de hayatın bir atardamarına denk düşüyordu varlıkları.Onlar ki kar demeden, yağmur demeden her vakit tabiat tablomuzun içerisinde gaklamalarıyla, bize hayatın devam ettiğini, ayağa kalkmamız
gerektiğini, yürümemizin oturmamızdan daha hayırlı olacağını hatırlatıyorlardı.
Bir tam günü hayata bakan bu pencere önünde geçirirken, o güne kadar yaşanmış ve sonraki zamanlarda yaşanacak olan bütün bir ömrün dökümünü çıkartmış, ana fikrini yakalamış mı oluyordum? Böyle böyle akıp gidiyordu zaman.
Akşama doğru karşı bahçenin üzerine denk düşen mıntıkada, oradaki gri gök parçasında, muhteşem bir kırlangıç düğünü patlayıverdi. Yüzlerce kırlangıç toplu halde gökyüzünde muhtelif şekiller çizerek uçuşmaya başlamıştı. Bir ayin, bir tören, bir şölendi besbelli katıldıkları.
Birbirlerine en ufak bir kanat dokunuşunda bile bulunmadan, kâh hep birlikte göğe doğru yükseliyor, kâh ulu çınar ağaçlarının tepelerine pike yapıyorlardı. Yükseliş ve inişlerindeki sürat ve kavisler öylesine muhteşem bir manzara oluşturuyordu ki, hiç tükensin, bitsin istemiyordunuz; keşke hiç yorulmasalar ve bu şölen böylece sürüp gitse.

Onlar yorulmuyor lakin zaman yoruluyor ve karanlık bastırıyor. Ansızın geldikleri gibi yine ansızın gözden kayboluyorlar. Bir kırlangıç düğününün mahmurluğundan uyanan biz, aynı anda akşam ezanıyla beraber başlayan toplu köpek
ulumalarıyla kendimize geliyoruz. Bu saate kadar neredeydiler; niçin ortalıkta görünmüyorlardı da tam müezzin elini kulağına atınca ortaya çıkıverdiler?
Biliyorum bu sualin cevabını hiçbir zaman alamayacağım. Ne ki irili ufaklı oldukları seslerin kalın veya cılızlığından anlaşılan bu hayvanlar, bütün zamanlarda da hep
böyle aynı saatlerde mi varlıklarını insanlara hatırlatırlardı? Evet, aynen böyleydi.
Havlamalar bazen her iki hasım tarafın da birbirinden ürktüğünü gösteren tereddütler yansıtıyor, bazen de sanki kendilerinden farklı cinslere karşı bir gövde gösterisi anlamı taşıyordu. Seslere odaklanmayı artırınca bir şey fark ettim. Havlama sesleri arasındaki bir ses, hem de en kaba, en kalın olan ses, inleme, sızlanma esprisi taşıyordu. On dördünü doldurmuş ve Keşiş dağı üzerinde parlayan muhteşem ayın ışığında, pencereden biraz da dışarıya sarkarak meseleyi anlamaya çalıştım. Yoğun ağaçların ve bir de öteki köpek seslerinin arasında bu sızlanmaların sahibini aramaya koyuldum. Onu bulabilirdim. Çünkü sesi bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyordu. Besbelli bu hayvan durduğu yerde havlamıyordu; oradan oraya koşuşturarak bağırıyordu.
Gördüm onu. Bir an bile yerinde duramıyordu. Müthiş bir hızla adeta kendisini yerden yere çarparak evet, dehşetli bir acı çektiğini hissettirerek, sanki yalvarıyor, birilerinden yardım bekliyordu.Hayvanın diğer hemcinsleri gibi keyif için ürmediği aşikârdı artık; acı çekerek bağırıyordu.
Birden çocukluğumun şehirlerini hatırladım. Elaziz, Diyarbekir ve Malatya’da iken, o tarihlerde bütün mahallelerde başıboş köpekler dolanır dururdu. Hayatımızın birer parçası gibiydiler; kimseye bir zararları yoktu lakin bu hayvanlar kısa sürede o kadar fazla çoğalıyorlardı ki, onlarla baş etmek imkânsız hale geliyordu. Bu sebeple
de belediyeler bağımsız bir birim kurmuş onlarla mücadele etmekteydiler. Kurumun adı yanlış hatırımda kalmadıysa Köpek İtlaf Çeteleri gibi bir şeydi. Köpek itlafının yani o zavallıları hayatımızdan çıkartmanın o zamanki en hunhar yöntemini bugün
bile dehşetle, korkuyla, acıyla hatırlıyorum. Et veya ciğer parçalarına toplu iğneler batırıyor ve köpeklerin dolaştığı mıntıkalara bırakıyorlardı. Aç biilaç dolaşan hayvan, taze et kokusuna koşup onu yutmaya çalışınca, toplu iğneler boğazına, ağzına, diline saplanıyordu. Yutmaya çalışsa yutamıyor, ağzından dışarı atmaya çalışsa, lokmayı atamıyordu. Ve başlıyordu tıpkı hayat penceremin karşı bahçesindeki köpek gibi, fırdolayı koşuşturup bağırmaya. İçime bir sızı düşmüştü. Keşke hatırlamasaydım. Ama ne yaparsınız ki ben oralıydım ve oralardan geliyordum. Şimdi kimi suçlamalı ve beni hesaba çeken vicdanımı nasıl teskin etmeliydim? Çünkü besbelli şu anda acısını havlamalarıyla bana kadar ulaştıran bu zavallı köpek de benzer bir muameleye maruz bırakılmıştı.Yatsı ezanına kadar neredeyse üç dört saat, bu zavallı hayvanın sesi kulaklarımı, zihnimi ve kalbimi işgal etti; parçaladı, yaraladı. Başlangıçta ortalığı velveleye veren ses, her geçen dakika biraz daha kısılarak yankılanıyordu. Sonunda öyle bir hal aldı ki, can çekişen herhangi bir yaratığın son nefesine dönüştü. Onu
ilk seferinde bir ağacın altından süratle geçerken görmüştüm. Her iki dakikada bir o ağacın altına geliyor, etrafta anaforunu tamamlıyor, sonra cismi gözden kayboluyor ama uzaklaşan sesindeki hüzün, hiç bitmiyordu. Sesi eksildikçe koşuşturması
da yavaşlıyor ve gözüme görünmesi gecikiyordu.
Kim bilir sonuç ne oldu; çünkü zavallı hayvan, sesinin soluğunun son hamlesi ile beraber, gözden kayboldu. Bir yerlerde düşüp öldüğü kesin.
Bülbül sesleri, ıhlamur kokuları, kırlangıç düğünleri, minik köpeklerin havlayışları,
bütün bu tabiatın canıma can katan diriliği, üstüne üstlük hayat devam ediyor ifadesinin soğuk gerçekliği, Köpek İtlaf Çeteleri kurmuş belediyelerin şehir ahalisi olan beni, teselliye, teskine kâfi gelecek mi?
Yatsıdan sonra hayat penceremden içeriye doluşan martı sesleri gecenin derin vakitlerine kadar sürdü. Ama keyfi kaçmış birisi olarak hiç kimseye soramadım. Denize hayli uzak olan bu bölgede, hem de gece vakitlerinde bu martılar ne arıyorlardı? Bildiğim kadarıyla yakınlarda gölet filan da bulunmuyordu. Merakımı gidermek gibi bir davranışın anlamsız olacağı sonucuna varmıştım. Sözüne pek fazla itimat etmediğim birisi, martılar ağaçların üzerine yumurtalarını bırakıyor demişti. İnanmadım. Kuşkusuz varlığın bir ucunda hayat varsa öteki ucunda ölüm vardır. Tamam, ama ölüm bir bitiş, yok oluş mudur yoksa sonsuz bir hayata ilk adımı atış mı? Ölümden sonra dirilişe inanan kimselerin, hayata açılan penceresi, bu anlamda hiç kapanmaz, bunu biliyorum. Biliyorum da yeryüzündeki geçici hayatımızda, sayısız imtihan suali karşısında bulunduğumuzu da unutmamak istiyorum. O halde tabiatı tahrip etmek için mi yoksa ehlileştirmek maksadıyla mı yaratılmışız?
Bırakınız sokak hayvanlarını, bugün güçlü devletlerin güçsüzleri sömürmek maksadıyla çıkardığı savaşlar sebebiyle, dünyanın muhtelif bölgelerinde muhacir olmuş, evini barkını terk etmek zorunda kalmış, deyim yerindeyse sokak insanları(homeless) var. Yalnız o da değil, yeni zamanlara ait hayat
anlayışının dayattığı standartlara başkaldıran yığınla insan, özellikle dünyanın batı yakasında, köprü altlarında, kuytu köşelerde, uyuşturucu müptelası olarak evsizleşmiş, Necip Fazıl ustanın Kaldırımlar şiirindeki sokakların kara sevdalı eşi’ne dönmüştür. Yalnızca yoksulluk mu; hayır! Hak edilmemiş varlığın da insanı böyle sınadığını gördükçe, iğneli ciğer yedirilmiş köpek gibi sızlanmak yerine, acaba daha
başka neler yapılabilir diye düşünmek mi lazımdır?
