18/03/2017
-Yalnızca bir kitap değil, beraberinde bana bir ruh iklimi de armağan eden sevgili dost Kâmuran Işıklar için-
Metin Önal Mengüşoğlu
“Batı aklın, doğu gönlün vatanıdır” sözü, doğuda da batıda da hafıza ve ezberlerde yer tutmuş, giderek daha da yaygınlaşan mistik entelektüel çevrelerin vazgeçemedikleri bir argümandır. Üzerinde düşünülmüş, iyi hesaplanmış, sahici delil ve kaynakları bulunmuş ve gösterilmiş midir; orasını tartışmayacaksınız. Bunu böylece kabullenmek zorundasınız. Çünkü her iki çevre de inanç meselesini akıl, fikir ötesi, akıl ve fikirle değil ancak gönülle kavranabilen, ulaşılan bir netice olarak tanımlamaktadırlar. Onlar aklın, ancak ispat edilebilir bilgi üzerinde iş görebileceğini, ispat edilemeyeni inkâr da edemeyeceği için, kendini aşan alanlarda gönlün devreye girerek inanç eylemini gerçekleştireceğini savunurlar. Hem doğu hem de batı insanının mevcut kültürel birikimi ve ölçü araçları bu iddiayı doğrulamaya dönük bir program yüklenmiştir. Kitlelerce çarçabuk benimsenmesi bundandır.
Liselerde felsefe ve psikoloji okutulur. Bilmiyorum belki bugün psikoloji seçmeli ders kategorisine alınmıştır. Yine de böyle bir meşguliyet alanının varlığından öğrenciler haberdar kılınmaktadır. Müslüman muhitlerin bu her iki alana öteden beri mesafeli durdukları da bilinmektedir. Çünkü özellikle felsefe -onlara göre- akılla uğraşan bir meşguliyet alanıdır. Akılla uğraşmak ise imana gönülle erişme iddiasındaki müminler için tehlike sahasıdır. Hele bir de doğunun büyük düşünürü, kendisine Hüccet’ül İslâm lakabı layık görülmüş bulunan İmam Gazali’nin, vaktiyle felsefeyi tuşa getiren çalışmaları hatırlanınca, bu alana yönelik ihtiyatın dozu daha da artırılmıştır. Bu zihin sapması, insanları tarih boyunca son derece yanlış bir biçimde, sürekli felsefe ile dini karşıt cephede göstermeye sürüklemiştir. Kimi gelenekçi dindarlar Sokrates, Konfüçyüs ve Budha’nın, hikmet dolu ifadelerini okuyunca, onların tek tanrı inancını yaydıklarını düşünerek, Allah Elçisi olma ihtimallerini bile dile getirmişlerdir. Ne var ki bunların da birer filozof olduğu hatta asıl filozofların bunlar olduğu unutulmuştur.
Psikoloji sahası ise çok daha tehlikeli görülmüştür. Türkçeye ruh bilimi şeklinde tercüme edilerek, “ruhun bilimi mi olurmuş” diye düşünülmüş, Kur’an-ı Kerim’deki İsra Suresi 85. ayeti delil gösterilerek, insana ruh hususunda bilgi verilmediği zikredilmiş, psikolojinin de beli yere getirilmiştir. Bu alanın üç büyük ismi Freud, Jung ve Adler’dir. Özellikle Freud’un görüşleri psikoloji hususundaki olumsuz bakışları kışkırtmada önemli rol oynamıştır. Onun insandaki temel içgüdüyü cinsellik temayülü olarak göstermesi, bunun da çocuğun ana ve babasına doğru seyrettiğini söylemesi, bardağı taşıran son damla olmuştur. Böylece felsefe ve psikolojiye muhafazakâr kitlelerin koyduğu engelleyici barikatlar, daha da muhkemleştirilmiş, bu meşguliyetler gâvurlukla eşdeğer sayılmıştır.
Dr. Bilal Sambur tarafından kaleme alınmış Bireyselleşme Yolu, Jung’un Psikoloji Teorisi(x) adlı eseri okuyunca bu hususta bir şeyler yazma/ söyleme sorumluluğu hissettim. İçimde bir ışık yanmıştı. Söylemem zaruretti sanki.
Gelenekçi çevreler birey kelimesini sevmezler. Dolayısıyla Bireyselleşme Yolu’na da iyi gözle bakmazlar; yine de bir gayret, belki yönlerini bu tarafa çeviririz düşüncesiyle, geri adım atmamalıdır. Onlar daha ziyade cemaat kelimesinden hoşlanırlar. Bir guruba mensup olur, kendilerini orada daha emniyette hissederler. Hatta o gurup içerisinde kaybolmayı, sinikleşmeyi, silinip gitmeyi takva sayanlar bile vardır. Varlıklarını, inançlarını, cesaretlerini hülasa her şeylerini borçlu bulundukları cemaatin (bence bunun adı fırkadır) kanaat önderi, nasıl olsa onların yerine düşünür, konuşur, üretir, inanır, yalvarır, sonunda da bağlıların tümüne şefaat ederek doğrudan cennete gönderir; böyle düşünürler. Öyleyse hiç birisinin bizzat kendi olma, seçilme, kimlik ve kişilik gösterme gibi bir kaygısı yoktur. Oysa onlar bireyselleşme, ben idraki, benlik bilinci ile bencilliği her zaman birbirine karıştırırlar. Bencillik tuzağına düşmekten kaçarken, şahsiyet sahibi olmaktan uzaklaştıklarının farkına bile varamazlar. Düşünmezler ki sıradağlar, ormanlar, hayvan sürülerinin birlikteliği tabii ve içgüdüseldir. İnsan topluluğunun birlikteliği ise bilinçli bir tercihin sonucudur. Bilinçli tercih sahibi olabilmek için de evvela ben olmak, benlik bilincine ve müstakil bir şahsiyete sahip bulunmak birinci şarttır. Ne var ki gelenekçilerin kümelendiği merkezlerde, onlara aşılanan virüs, nefsi hor görmek, benliği öldürmek, kendinden geçmek gibi zehirler zerk etmiştir damarlarına. Şeyhlerine ‘niçin’ demeyi yasaklamış hatta onlara ölü yıkayıcı önündeki mevta gibi teslimiyeti dindarlığın doruk noktası olarak öğretmiştir. Ben olmadan biz olunamayacağını söyleyenler o kadar azdır ki.
Bireyselleşme Yolu adlı kitapta yazar bize Jung adlı hekimin öğretisinden pasajlar sunuyor. Müslüman dünya görüşü açısından Jung’un bize yakınlığı veya uzaklığını gösterecek kimi alıntılarla meseleyi tartışmanın yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Doğu toplumlarında nefsi öldürme iddia ve çabasının henüz modası geçmemişken, bu tutumlarıyla, Allah’ın son Kelamındaki öğretiye ne ölçüde ters düştüklerinin farkına bile varmamışlarken, Jung, özgün düşüncesiyle neredeyse Kur’an hakikatlerinin yanından teğet geçmeyi becermiş bir düşünür gibi görünüyor. “Tanrı kolektif bilinçaltının tezahürüdür. İnsan ruhu doğal olarak dindardır. Çağırsan da çağırmasan da Tanrı burada olacaktır.” Bu sözler Jung’a aittir. Gözlerimizi ovuşturarak, Allah’ın bize şahdamarımızdan yakın olduğunu öğreten İlahî Kelam’ın tefsirini mi okuyoruz acaba diye şaşırabiliriz. “Formel olarak Tanrı’nın bilinemeyeceği”ni söylerken de insanın hatırına Necip Fazıl’ın mısraları geliyor: “Bildim seni ey Rab! Bilinmez meşhur.”
Düşünme, duyma, hissetme, sezme fonksiyonları bulunan nefs (ruh-self-ben)in evvela kendinin farkında olması gerektiği, bireyselleşme yolunun çıkış çizgisidir. “Dışarı gitme gerçek senin içindedir” derken filozofumuz, maddi varlığı yaratıldıktan sonra, kendisine İlahî Ruh üflenen insandan mı söz etmektedir acaba? Bu sebepten midir ki Jung Freud’un zıddına, dış tecrübedense, insan için iç tecrübenin daha önemli olduğunu vurguluyor? Hani batı aklın doğu gönlün vatanıydı? Peki, ne oldu da batılı filozof insanı içe yönlendiriyor? Yoksa aslında akıl da insanın içinde miydi? Yahut akıl ve gönül diye iki ayrı kalbi yok muydu insanın? Zıtlar arasındaki çatışma ve uyum, psikolojik kişiliği oluşturan temel faktördür, derken de “her şey zıddıyla tezahür eder” diyen Arap atasözüne atıf mı yapmaktadır? İnsan kişiliğinin kompleks gerilimler alanı olduğu, orada sürekli zıt güçlerin çarpıştığı yönündeki tespit ise yine Necip Fazıl mısralarını hatırlatıyor: “Boşuna gezmişim yok tabiatta/ İçimdeki kadar iniş ve çıkış” Bununla beraber, insana fücur ve takvanın müştereken ilham edildiğini bildiren Şems Suresi de hatırda tutulmalıdır.
“Psikolojik teorilere evrensel doğru statüsü verilemez” diyen Jung “insanın tek amacı yapabildiği kadar varlığının karanlık olan bölümüne bir ışık yakmaktır” diyerek de maksadını açıklamaktadır. Heraclitus’tan onaylayarak aktardığı “savaş her şeyin babasıdır” sözü İlahî Kelam’ın “kısasta hayat vardır” öğretisiyle ne kadar da denk düşmektedir.
Din deyince Jung, her ne kadar Hıristiyanlıkla beraber biraz da uzak doğunun gizemli ve salt duygudan mürekkep öğretilerini anlıyorsa da, “din psikolojik rahatsızlıktır” diyen Freud’a rağmen, asıl, dinsizliği psikolojik rahatsızlık olarak düşünmektedir. Eğer Son İlahî Vahyi düşüncelerine rehber/ kılavuz olarak alsa, görebilseydi, sanırım Hak ve hakikate yaklaşımı daha da keskin ve isabetli gerçekleşecekti. Ne var ki dini yalnızca bir manevi cihazlanma unsuru gibi değerlendirdiğinden, psikoterapide ruh ve kişiliği iyileştirici bir ecza mesabesinde görüp orada kalakalmıştır. Ve sonra Son İlahî Kelam’ın önceki muharref metinler gibi salt bireyci bir sistem getirmediğini, muazzam bir toplumsal nizam önerdiğini de görmekten mahrum kalmıştır.
Bireyselleşme yolunun, insanın bütününün kendisi için seferber olmasından geçtiğini söyleyen Jung, bizi asıl “Hiç kimsenin bir başkası olmasına izin verilmemeli” derken şaşırtır. Çünkü Allah’ın kullarından her biri biriciktir. Hiç biri bir diğeriyle eşit ve aynı değildir. Bu fıtri ve İlahî hakikat başka nasıl dile getirilebilirdi? Bu aynı zamanda takvanın da bir tarifi değil midir? Ragıp İsfahani Kur’an lügatinde takvayı “kalabalıklar içerisinde kaybolmaktan korkmak” şeklinde anlamıyor muydu? Cila Kül ve Kefen şiirimde ben şöyle yazmıştım: “Bürün bürün başkalarının kefenine/ Hep bir başkası olarak görün.” Yine Vahiy ve Sanat adlı eserimde Müslüman kişiliğin sanat kabiliyeti hususundaki bakış ve rolünü irdelerken, yeni nesle “içinizdeki sanatkârı keşfedin, kabiliyetiniz istikametinde eser verin” demiştim. Jung ise beni şu sözleriyle onaylıyor sanki: “Kişilik gelişiminin maliyeti yüksektir. Kendine evet demek, kendini en önemli problem olarak algılamak, yapılanın bilincinde olmak, karanlık tarafımızı keşfe çıkmak pahalıya mal olacak iştir.” Hatırlanırsa bir davranışın ibadet kavramı içerisine girebilmesi için niyet bir ön şarttır. Niyetsiz davranış ancak adet veya alışkanlık adını alır. Niyet ise “ne yaptığının bilincinde olmak” şeklinde tanımlanır. Jung acaba bizi niyetli olmaya mı çağırıyor dersiniz?
Muhafazakârların bolca kullandığı, muteber kaynaklarda yer almamasına rağmen hadis gibi aktardıkları bir söz vardır: “men arefe nefsehu fe gad arefe Rabbehu” diye. Türkçesi kendini bilen Rabbini de bilir demektir. Sanki bu sözün bir şerhi gibidir Jung’un bu husustaki kanaatleri: “Psikolojik iyileşme, normalleşme, olgunlaşma yani bireyselleşme süreci, bireyi kalabalıkların basit bir unsuru olmaktan kurtarır. Kendini diğerlerinden ayıranların safına katar. Benliği gerçekleştirmek kişinin kendini tanımasına bağlıdır.” Doğudakiler sadece lafını edip geçerken Jung, meselenin ilmini yapmakla meşgulmüş meğer. Acaba kim, bu fikri kimden çaldı diye meraklanıyor insan. İnsanın içinde potansiyel olarak duran bir cevher bulunduğunu her zaman savunan Jung, kişinin kendininleşmesini önerirken adeta meşiyyete, yaratılışa fıtri olarak boyun eğmesi gerektiğini de söylemiş olmuyor mu? Mefhumun muhalifinden hareketle söylersek, bu, aynı zamanda yaratıcıdan başkası önünde eğilmenin, alçaltıcı bir tutum olacağı düşüncesini de doğurmuyor mu? Tevhidin başka bir tarifi mi vardır ki? İçimizdeki potansiyel, besbelli bir Tanrı Soluğu’dur.
“Everest dağında bireyselleşme mümkün değildir” diyen Jung kişinin, kendisiyle yaşayabileceği kişiliği oluşturması gereği üzerinde sıklıkla durmaktadır. Bu bir iç barış davetiyesi değil midir? Şimdi gelelim İslâm ifadesinin kendisinden türediği söylenen silm kelimesine. Türkçeye barış olarak çevriliyor. Peki, İslâm nasıl bir barış anlamı taşıyabilir? Bu “Yurtta sulh cihanda sulh” sloganındaki gibi bir tutum ve bakış mı önermektedir? Yoksa en başından kişinin kendisiyle barışık olması halini mi göstermektedir? Malumdur ki bütün insanlar İslâm fıtratı üzere yaratılmışlardır. Fıtrat, insanların yüzünü döneceği hanif din’in ilk basamağıdır. Öyleyse fıtratı ile barışık yaşayan, ona münasip davranan, onunla muvafık düşen bir psikoloji, insanî ve İslâmî kulvara girmiş demektir. Jung belki bu kadarını düşünmemişti. Lakin ne yaparsınız ki söylediklerini düşününce vardığınız nokta aynı görünmektedir. “Bilinçli olarak bilinçaltına dokunmalı, çıplak hakikatle yüzleşmeli” diyen de odur. En çıplak hakikat kişinin fıtratı değil de nedir, neresidir? Bireyselleşmenin onun nazarındaki seyrine göre, öz dinamiklerden kaynaklanan doğal bir süreç içerisinde, bilinçaltının şartlarıyla yani fıtri kabiliyetler ve potansiyellerle bir tür anlaşma imzalamaktır. Böylece kişi bizzat kendisiyle uyum halinde olacak, bir iç barış yaşayacaktır. Yaratılan atmosferde ise beşerden insana doğru bir yükseliş başlayacaktır. Ve zaten hikmet de biraz bu demek değil midir? Vahiy ve Sanat kitabımda ben Hikmeti Vehbi olanla kesbi olanın izdivacından doğan olarak anlamlandırmıştım. Besbelli burada da paralelmiş düşüncelerimiz.
Bireyselleşme çabasının yabancılaşmaya karşı, (dönemin batıda doğan exsistansiyalizm modası da hatırlanırsa) bireyi bizzat kendisine tanık kılan doğal bir süreç olduğunu söylerken, ne kadar da Araf Suresi 172 ve devamında belirtilen İlahî Hakikatlere yaklaşmaktadır. “Rabbin Âdemoğullarının sulbünden zürriyetlerini alıp kendilerini kendilerine tanık tutarak ‘ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye sordu.” Jung Bireyin kendini gerçekleştirebilmesini, kendini bilmesine, tanımasına, kabul etmesine hülasa kendisi olmasına bağlarken, sanki bir başka İlahî Hakikate de değinip geçiyor gibidir. Bu aynı zamanda kendinden razı ve memnun olma sonucunu da doğuracaktır. Öyleyse şimdi Kur’an’dan okuyalım, Fecr Suresinin son ayetleri şöyledir mealen: “Ey tatmin olmuş kişi, Rabbine dön, sen O’ndan razı, O da senden razı olarak gir kullarımın arasına, gir cennete.”
Neyin peşindeydi, önceleri iyi geçindiği ustası Freud ile neden yolları ayrıldı, bir süre sonra Adler ile de uyuşamadığı anlaşıldı. Jung hangi hakikatin arayıcısıydı? Kendini gönlün vatanı olarak gören doğu muhafazakârlığı, onun felsefi ve psikolojik mesleğine kötü gözle bakıp dururken, o nasıl olmuştu da, doğulu birçoklarının yaklaşamadığı bu gerçeklere böyle yakın durabilmişti? Belki de komplo teorileri üretip yine ve yeniden aldatıldığımız kuşkusu ile oturup kendi kendimizi yiyip bitirmeliyiz. Öyle mi? Yahut da silkinip kendimize gelerek, şiarımızı hatırlayalım: müminler sözü dinler doğrusuna uyarlar, hikmet müminlerin yitiğidir, nerede bulurlarsa alırlar. Hangi tavır bize, kime yakışıyorsa kişi onu alsın. Biz sürdürelim alıntılarımızı.
Tanrı Fikri gibi bizim onaylamadığımız bir dil kullanan Jung, Tanrı’nın bir psikolojik realite olduğunu söylerken bazen “Tanrı’yı insanlar yarattı” diyenlerin düşüncelerini paylaştığı intibaı uyandırır. Ancak devamında bu durumun, Tanrı’nın objektif gerçekliğine yönelik bir tehdit olmadığını, tam aksine bir teminat olduğunu söyleyerek sizi rahatlatır. Daha da ileri giderek sanki tasavvufun temel tezlerinden biri olan, insan-ı kâmil felsefesini yerle bir eden şeyler söyler. Burada farkına varmaksızın Kur’an hakikatlerine biraz daha yaklaşarak yapar bunu. Der ki: “Esas olan mükemmellik illüzyonu (insan-ı kâmil M.Ö.M.) içerisinde kaybolmak değil eksiklik ve zayıflıklarımızın farkında olmaktır. Ben arketipinin amacı mükemmellik değil bütünlüktür.” Biliniyor ki Müslüman düşüncesinde bir hakikat vardır. O da eğer yeryüzündeki insanlar günah işleyip tövbe eden ve Allah’a sığınanlar olmasaydı, Allah onların topunu helak eder, yerlerine günah işleyip tövbe eden birilerini yaratırdı, şeklinde dile getirilir. Allah karşısında kulun acziyetini ortaya koyan bu entelektüel bakış, tekrar edilip durulan dua ve ibadetlerde de kendini göstermiyor mu? Allah, kulunun hangi eylemine muhtaçtır? Oysa muhtaç olan, eksik olan, aciz olan kuldur. Ne var ki kul, ancak Allah karşısında acziyetini idrak etmeli, öteki kullar karşısında da “onlar adamsa ben de adamım” diyebilecek yürekliliği, öz güveni, emniyeti sergileyebilmelidir. Bu güven ve emniyet imanın ta kendisi değil midir? Parçalanmış, yaralı bilinçlerin sahibi olmamak, kalbi marazlı kılmamak için başka çıkar yolu yoktur kişinin. Kendisi olacak, kendisinden memnun kalacak ve yalnız Rabbi karşısında acziyetini, eksikliğini, zayıflığını hissedecektir.
Doğulular nefislerini öldürürken bu batılı filozof ve psikologa ne oluyor ki nefsi diriltmenin, eksiği ve zayıflığına rağmen yaşanır kılmanın ardına düşmüştür? Yoksa Kur’an mı okumuş, Yasin Suresi’nden mi haberlidir?
İçimizde bir ışık yakarak, bize bahşedilmiş bulunan potansiyel kabiliyet ve kudretimizi keşfetmek, karanlık bölgelerimizi onunla aydınlatmak, bu ne güzel temennidir. Ve bütün bunları yapma iradesinin bizzat kendi elimizde olduğunu bilmek ne saadettir. Ne müthiş kerametlerle bezemiştir bizi Rabbimiz. Neden kendimizi hor ve hakir görelim? Niçin nefsimizi öldürmeye kalkışalım? Hangi akla hizmet bizi yücelten düşünce yetimizi bizim gibi bir başkasına emaneten ve vekâleten devredelim? Ne diye düşünme yetimizi bir ömür boyu asaleten kullanmayı denemeyelim? Kendi fiillerimizin faili kimdir? Kader ne anlama gelmektedir? Bizi yeryüzüne salan Kudret başına buyruk davranan, keyfi biçimde istediği vakit ortalığı saçıp savuran bir Zat mıdır? Yoksa O’nun bir sünneti var mıdır? Varsa bu sünnet hikmetinden sual olunmaz bir hal üzere midir? Keyfi dilediği zaman değişip duran, ne zaman değişeceğini hiç bilmediğimiz/ bilemeyeceğimiz bir keyfiyet mi göstermektedir? Peki, hiçbir değişiklik göremediğimiz şu evrenin yasalarını koyan kimdir? Niçin ateş hep yakmakta, sular akmaktadır? Toprak katı, hava uçucudur. Ve nedendir portakal ağacının asla karayemiş üretmemesi? Sivrisinek niye peteklere bal doldurup da bize sunmuyor? Evet, bir şeylerin var olduğunu görüp duyuyoruz. Onların neye denk geldiğini düşünüyoruz. Ne ile uyumlu olup olmadıklarını da hissedebiliyoruz. Sezgilerimiz hem bizim hem de tüm evrenin nereden gelip nereye gittiğini bize fısıldıyor. Anlıyoruz bizde bir cevher var.
Jung şöyle söylüyor: Bizim gücümüz bağımsız ve yalnız başımıza kaderimizin efendisi olmakta yatmaktadır.” Gördünüz mü; kadim İslami dönemlerin Mutezili fikirleri mücessem biçimde karşımıza çıkmıştır. “Kişi, fiilinin yaratıcısıdır” diyor sanki filozofumuz. Ve devam ediyor: “Zayıflığımız ise bağımlı ve sınırlanmış olarak kaderin iradesiz araçları haline dönüşmektir. Çünkü burada bireysel irademiz yok sayılmakta, diğerlerinin iradesi esas alınmaktadır.” Kimdir ‘diğerleri’? Şeyhler, ağalar, beyler, padişahlar, müderrisler, ulema, kanaat önderleri, ağabeyler, üstatlar mı? Düşünme melekesini kime emanet bırakmış, kimi yerinize düşünmek üzere vekil tayin etmişseniz, iradenizi kime teslim edip mürid olmuşsanız odur elbette.