![]()
D.Murat CENGİZ
d.murat_cengiz@hotmail.com
YANLIŞ BATILILAŞMA MI BATILILAŞMA YANLIŞI MI?
17/12/2021 Batılılaşma kavramının kültür dünyamızda yaklaşık iki yüz yıllık bir serencamı var. Zaman zaman garplılaşmak, asrîleşmek, Avrupaîleşmek gibi farklı isimlerle karşımıza çıksa da bu olgunun epeyce bir zamandan beri hayatımıza yön biçtiği, şüphe götürmez bir gerçektir. Bu gerçeğin arka planında farklı bakış açılarının tezahürlerini görebiliriz. ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ misali her kavram, zımnen gizlediği dünyanın kapılarını meraklısına açmaktan imtina etmez. Düşüncelerimizin bir nevi taşıyıcıları olan kavramlar, ait oldukları zihniyetin izlerini her tınıda belli ederler. Buna bağlı olarak insanların tuttuğu yol bazen sahil-i selamete varır, bazen de bir çıkmaza duçar olur. Eğer doğru bir istikamet edinmek istiyorsak tutunduğumuz kavramların sıhhatinden emin olmalıyız. Kişinin durduğu yer, bulunduğu konum, baktığı zaviye dil aracılığıyla kendini belirgin kılar. Hangi sözcüğe nasıl manalar yüklendiği, olumlu mu olumsuz mu yaklaşım sergilendiği ister istemez ortaya çıkar. Batılılaşma kavramının da literatürümüzdeki kullanımına baktığımızda bu gerçeği bir kez daha görmüş oluruz. Düşünce eksenini ve hayat tarzını, milletimizin değerlerini merkeze alarak oluşturmuş olanlarda bu kavram olumsuz mahiyete sahipken; zihniyetini, milletin değerlerini hor görmek üzerine kurmuş olanlarda ise olumlu bir havaya sahiptir. Mevzuyu daha da tavzih etmek için biraz daha açmakta fayda var. Batılılaşmanın, alafranga bir zihniyete ve tavra öykünme olarak lanse edildiği XIX. yüzyıldaki romanlarımızı kritik eden eserlerde bir anlam karmaşasıyla karşılaşırız. Hatta tedrisatımızda ve eğitimle ilgili eserlerimizde de bunu görürüz. Bu karmaşanın arka planında, batılılaşmayı içselleştirmek gerektiğini düşünenlerle batılılaşmaya karşı olanların farklı yaklaşım içinde olduklarını görürüz. Batıcı bir zihniyeti ve yaşam biçimini özümseyerek batıcılığı savunan aydınlar, toplumun bütün yönleriyle batılılaşması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bu milleti tepeden tırnağa değiştirmek ve benliklerinden uzaklaştırmak için her yola başvurmuşlar, her fırsatı denemişlerdir. Bu uğurda medeniyet, medenileşmek, medeni milletler (!) gibi olmak şeklinde maskelerle de kendilerini kamufle etmeyi başarmışlardır. Merhum Akif’in “Maske yırtılmasa hâlâ bize afetti o yüz/ Medeniyyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz(*)” dediği Batı âlemi yırtılan maskesini de allayıp pullayarak kabul ettirmeyi, bu yerli ecnebiler eliyle kısa bir zamanda başarmıştır. Milletin inançları başta olmak üzere bütün değerleri yok edilerek milletimizin ruh kökleri bu batı zihniyetli idareci, bürokrat, aydın marifetiyle kurutuldu. Böylece insanımız köksüz bir hale getirildi. Geçmişe ait ne varsa ona düşman olundu. Eğitiminden tutun da eğlencesine varıncaya değin ne varsa adeta bir değirmen taşında öğütülürcesine un ufak edildi. Batıdan gelsin de ne olursa olsun dercesine bir teslimiyet gösterildi. Bu gidişata direnen unsurlar ise gerek gözden düşürülerek gerekse de cezai işlemlerle bertaraf edildi. Böylece memleket günden güne Batılıların istediği biçimde bir atmosfere uygun hale getirildi. Memleketin içerisinde bulunduğu siyasi ortam da onların istediği biçimde şekillenince bütün bu işleri yapmak daha da kolaylaştı. Böylelikle Osmanlının çöküş döneminde bir can simidi gibi gösterilen batıcı zihniyetin uzantıları, Cumhuriyetin inşasıyla da hedeflerine ulaşmış oldular. Kendilerine karşı en küçük itirazları dahi akıl almaz bir sertlikle bastırdılar. Nitekim on dokuzuncu yüzyılın ortalarından başlayıp yüzyıl sonrasına gelindiğinde batılıların istediği bir ortam her tarafa hâkim olmuştu. Batılılaşmaya, Batı emperyalizminin bir uzantısı olduğunu düşünerek karşı çıkan diğer cenahtaki aydınlar kendi değerlerimizi öncelemek gerektiğini vurguladılar. Batıcı aydın ve bürokratlarla mücadele ederek Batı hegemonyasına teslimiyeti reddettiler. Kendi inanç ve kültür değerlerimiz üzerinden yükselebileceğimizi, Batı’nın ancak teknik bilgisine ihtiyaç duyduğumuzu beyan ettiler. İçerisine düşmüş olduğumuz hengâmeden ancak İslami değerleri ön plana alarak bir çıkış yolu bulunabileceğini deklare ettiler. Batı’nın sömürgeleştirme ve yayılma emellerinin karşısına direnç unsuru olarak ancak İslam ile karşı konulabileceğini dillendirdiler. Mücadele azmi ve kararlılığımızın sadece dinî motivasyonla sağlanabileceğini belirttiler. Tevfik Fikret gibilerinin “nevim, nevi beşer; vatanım, ru-yi zemin” söylemleriyle ancak Batı’ya hizmet edileceğini, bunun ise memleket hayrına bir netice vermeyeceğini söylediler. Aslında emperyal güçlere karşı direnme kabiliyetini ve mücadele ruhunu ta İstiklal Savaşı’nın sonuna kadar İslami değerleri savunan bu gruptaki aydınlar motive etti. Öyle ki İslamcılar olarak adlandırabileceğimiz bu münevverlerin iddiaları bir nevi resmi bakışı yansıtıyordu ve hâkim unsur konumundaydı. Sonradan Türkçülüğe ve Batıcılığa kaymış aydınlarda bile bu hâkim paradigmanın söylemlerini bulabiliriz. (Mesela Celal Nuri İleri, meşrutiyet yıllarında İslamcı diyebileceğimiz bir söylemle yazılarını dile getirirken Cumhuriyet sonrasında Batıcı bir çizgiye kaymıştır.) Milletin zor zamanlarında onlara umut ışığı olan İslamcı söylem ne yazık ki Milli Mücadele sonrasında sahayı batıcılara teslim edip kabuğuna çekilmiştir. Bu çekilme gönül rızasıyla değil zoraki bir çekilme olmuş ve nihayet siyasette de, bürokraside de basın dünyasında da meydan, bütünüyle batıcı elitlerin eline geçmiştir. Batılılaşmayı kendi bağlamından kopararak ona masum bir konum atfedenler aslında bu kavramın zeminini kaydırarak hakikati bir nevi perdeleme görevi üstleniyorlar. Bunlar aslında batıcılığı alenen savunanlardan daha tehlikeli bir iş yapmış oluyorlar. Çünkü batıcılığa karşı olanların bile, aldatıcı birtakım ifadelerle zihinlerini çelmeyi başarıyorlar. Şöyle ki Tanzimat Dönemi romanlarının değerlendirildiği birçok eserde şu tarz ifadelerle karşılaşmak sıradanlaşmış bir izah gibi görülmektedir: “Tanzimat romanlarında doğu- batı çatışması, esaret, yanlış evlilikler, ‘yanlış batılılaşma’ gibi konular işlenmiştir.” Bu ve buna benzer ifadelere çokça rastladığınızı hatırladınız değil mi? Hatta yanlış batılılaşmayı temsil eden roman karakterlerine İntibah’ın Ali Beyi, Felâtun Beyle Rakım Efendinin Felâtun’u, Araba Sevdası’nın Bihruz Beyi vb. örnek olarak gösterilir. Peki, mefhumu muhalifinden yola çıkarak ifade edersek şöyle mi demeliyiz? “Felâtun Beyle Rakım Efendi romanındaki Rakım, doğru batılılaşmayı temsil eden bir karakterdir.” Bu tanımlamanın ne kadar anlamsız olduğunu izah etmeye gerek yok sanırım. Oysa böylesi değerlendirmeler, Batılılaşma olgusunu yanlış bağdaştırmalar yapmak suretiyle temize çıkarmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Çünkü batılılaşmak zaten yanlıştır. Onun doğru şekli de varmış gibi bir tavır sergilemek, doğru ile yanlışı iç içe geçirerek yanlış olanı doğrulatmaya çalışmaktan başka bir gayeye hizmet etmez. Batılılaşma, bilim ve teknolojiyle ilgisi olmayan bir kavram olmasına rağmen onu adeta teknik ve ilmi bir mevzuymuş gibi lanse etmek isteyenler, berrak zihinleri bulandırmak için çabalıyorlar. Hâlbuki konunun bilim ve teknikle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Çünkü batılılaşmak kültürel bir kavramdır. Arkasındaki zihniyetin uzantısı olarak Batılı bir yaşam tarzının taklidine dayanır. Taklit ise kendine ait olanı yadsımak üzerine temellenir ki bu haddizatında kötü bir ameliyedir. Doğululaşmak ne kadar anlamsız ve yanlışsa batılılaşmak da öyledir. Kültürlerin birbirlerinden etkilenmesine evet ama bir kültürün başka bir kültür lehine yok edilmesine asla göz yumulamaz. ----------------------------------------------------- *M. Akif Ersoy, Safahat, Akvaryum Yayınevi, İst. 2006, s. 4 |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
VESİLETÜN NECAT - 11/06/2022 |
Mevlit (mevlid)doğum yeri- doğum zamanı manasına gelen; ismi zaman/ismi mekân kalıbında Arapça bir sözcük. Kelimenin edebî ıstılah (terim)olarak ihtiva ettiği mana ise kısaca; Peygamberimizin doğumunu anlatan manzum eserler şeklinde ifade edilebilir. |