![]()
Metin ÖNAL MENGÜŞOĞLU
bursaseyirdefteri1@hotmail.com
İNSAN KİMDİR?
03/05/2019 Vahiy kelimesini hızlı gösterilen işaret, ima, kinaye, üstü kapalı anlatım, cümlesiz anlatım, dil dışındaki bir organla anlatım, sembolik, mecazi anlatım şeklindeki tanımlamalarla anlamaya çalışıyoruz. Aslında bu bahiste söze ilahi vahiy diyerek de başlanabilirdi. Ancak vahyin ne ilahi olanla ne de sözlü olanla sınırlanama - yacağı bilindiğinden genel bir isimlendirilme yapıldı. İblis’in/ Şeytanın da kendi ayarttıklarına vahy ettiği, birtakım işaretlerde bulunduğu bilinmektedir. Gündelik dilde vahiy denildiğinde çoğunlukla ilahi vahiy yani yine gündelik dilin kullanımına bakarak Kur’ân-ı Kerim kastedilir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ifadesi her ne kadar başlangıçta söz/hitap şeklinde Allah’ın insan içerisinden seçtiği elçilerine gönderdiği lafız ve mana bütünü, bu ismi alıyor olsa da, bütünün parçalarına da yine aynı hitabın içerisinde Kur’ân denildiği görülmektedir. Bu bakımdan mesela mushaf ifadesi iki kapak arasındaki bütünü ifade etmesi itibariyle daha kapsayıcıdır. Sözlü Vahyin Muhatabı Sözlü vahiy terkibini açmak gerekirse sözsüz vahiy nedir, sorusundan hareketle bir anlayışa ulaşılabilir. Kâinatta ağızsız ve dilsiz, konuşamayan ve düşünemeyen, insan dışındaki bütün öteki yaratıklar, olaylar, olgular, şahitlik edilen, beş duyu ile kavranılabilen her ne varsa sözsüz vahyin konusu, birer mucize halinde insanoğlunun ibret ve düşünme nazarları önünde apaçık durmaktadır. Korku, kaygı ve merakla kuşatılmış bulunan insan zihni ve kalbinde oluşan birçok sualin cevabı gibidir kâinat ve tabiat. Kâinat ve tabiattaki sözsüz vahyin mucizesi insan tekine birçok bakımdan rehberlik eder. Ne var ki insan kalbi, bu rehberlikle, eğer düşünmeyi sürdürürse, şahitlik edilen âlem içerisindeki kendi durumu, konumu hakkında fikir sahibi olur. Mahiyeti itibariyle düşünen, sosyal ve muhtaç bir yaratık olan insan, zorunlu beşeri münasebetleri ve hayatın idamesi için gerekli olan ihtiyaçlarını gidermek maksadıyla, kâinata/tabiata başvurur. Söz konusu dünyevi ihtiyaçları karşılamak, beşer sıfatıyla yaratılmış bütün insanların, bütün zamanlarda neredeyse insiyaki biçimde yapa geldikleri gündelik hayat mücadelesinin adıdır. İnsanın bir de dünyevi ihtiyaçlarının ötesinde, tabir caizse metafizik/manevi ihtiyaçları vardır. Tabiatta, öteki yaratıklar aracılığıyla duygulara hitap eden sözsüz vahiyler arasındaki musiki, koku, tat, renk, çeşni ve dokunuşlar, kısmi bir tatmin ve model imkânı sağlıyor görünse de, tam bir doygunluktan söz açılamaz. Hâlâ öteler, daha öteler, gaip dünya hakkındaki merak, insanı kışkırtmayı sürdürür. Kendisi, yaratıcı kabiliyetini işlevsel kılarak resim, müzik, şiir ve benzeri alanlara müracaatla, söz konusu gabya dair merak ve arzusunu yatıştırmaya çabalarsa da, bir noktadan sonra beşeri sanatın alanlara bölünmüşlüğü hatta aynı alandaki farklı uygulama biçimleri, onu mutlak bir tam’lığa taşıyamaz. Bilgi ve teknik alanlarında dönüp duran insanın, gabya dair tatminini, yalnızca bilgi, tamlığa eriştiremez. Bilginin üzerine başka, insanı da aşan gaip ile irtibatlı bir öğreti, ilahi vahiy, sözlü vahiy, ilahi hitap onun karşısına çıkarak açık, net, berrak, kolay anlaşılır bir lafız ve mana bütünlüğü üzerinden, düşünerek ve tek kelimeyle düşünmesini dileyerek, imana davet eder. Şahsiyet Miras Bırakılmaz Sözlü vahyin, elimizdeki mushafın muhatabı olan insan tekine, altmış beş yerde insan, on sekiz yerde ins ve cin, iki yüz otuz yerde de çoğul biçimde nas diye hitap ettiği görülmektedir. Bunlardan başka abd, rical, erkek ya da kadın, nefs, halife, beşer ve Âdem benzeri hitaplara da rastlanmaktadır. Bu vasıflandırmalar arasında beşer sıfatı şu bakımdan önem taşımaktadır. Her doğan insan beşerdir, denilmiştir; ancak her beşer insan olamamaktadır. İnsanlığın kesp, çaba, gayret ile kazanılan bir değer olduğuna dair, Müslüman düşünürler arasında genel bir kabul vardır. Elbette bir bakıma doğru kabul edilebilecek bu kanaat, neticede bir yorumdan ibarettir. Her bakıma doğru olduğunu söylemek zordur. Beşer doğup böyle kalmak pek fazla mümkün gözükmese de, yeryüzü hayatında, insanlık basamaklarının çok aşağılarında bekleyen yığınların varlığı, kimi sosyologlara böylesi bir sınıflandırmaya gitme çaresizliği yüklemiştir. İnsana gelince, ins, nas, nesy, insiyan, nisyan aynı kökten bu kelimelerin Arapçadaki ilk anlamı için Türkçede ‘unutmak’ karşılığı verilmektedir. İbn-i Abbas’ın “İnsan, (Allah ile arasındaki) ahdini unutması sebebiyle bu ismi almıştır” dediği rivayet edilir. Kelimenin üns ve ünsiyet ile akrabalığı sebebiyle Türkçede alışmak, uyum sağlamak, cana yakınlık anlamlarına geldiği söylenir. Hemcinsleriyle uyum halinde yaşayabilmesi, yaratılışı itibariyle sosyal bir yaratık olması hakikatinden hareketle bu doğru bir tanımlamadır. İnsanın ahdini unutmasına dair bir yaklaşımı Bağdadi’den nakledilen bir rivayet çok iyi anlatır. Buhari, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud gibi muteber hadis kitaplarında okunan bir haber şöyledir: “Sizden biriniz, kendisiyle cennet arasında bir zira’ (bir adım) kalana kadar cenneti hak etmiş iken, araya kitap (ezcümle alın yazısı) girer de birden cehennemlik olur:” Bağdadi diyor ki: “Bu sözü işiten Amr İbn Ubeyd, şöyle konuşur: “Bu hadisi A’meş’ten duysaydım tereddütsüz, yalandır”, derdim. “Zeyd’den duysaydım, bu güvenilmez adama aldırmaz, muhatap bile almazdım”. “(Sahabe büyüklerinden) Abdullah bin Mesud’dan işitsem, asla kabul etmezdim”. “Resûlüllah’tan bile işitsem, şiddetle reddederdim”. “Yüce Allah’tan duysaydım, ona: Ahdimiz, sözleşmemiz böyle değildi, derdim.”1 Ahdini asla unutmayan Amr İbn Ubeyd ile ahdini unutması sebebiyle genel ismi insan olan ötekiler arasındaki farkı, hep hatırda tutarak sözsüz vahyin öteki işaretlerine dönme zamanı gelmiştir. Çoğunlukla insan denilen bu cinsin mahiyetini ve karakterini resmeden ins ve cin terkiplerinin birlikte kullanıldığı ayetlere bakıldığında, öncelikle cinin mahiyeti merak mevzuu olmuştur. Duyu organlarından saklı kalan, kalkan, cennet, cünun (yürek), cenin (anne karnında saklı olan), can ve canlılık da böyledir. Cinnet yani delilik de mahiyeti pek bilinmeyen hal olması itibariyle bu ismi almıştır. Bakıldığında, insanlar tarih boyunca görülmeyen, bilinmeyen, tanınmayan olağanüstü başka varlıkları hep vehmetmişler, en kötüsü onları inanç malzemesi haline getirmişlerdir. Mesela tarihin kaydına göre Türkler, Müslüman olmadan önce, dağlar, göller ve ırmakları canlı telakki eder, dünyanın iyi-kötü ruhlarla dolu olduğuna inanırlardı.2 İns ve cin’in birlikte zikredildiği ayetleri Türkçeye tercüme ederken Zâriyat suresi 56 örneği Muhammed Esed mealinde şöyledir: “Bilinen bilinmeyen, tanınan tanınmayan (insanlar) yalnız bana kulluk etsinler diye yaratıldı.” Başka bir örnek yine aynı mealde İsrâ suresi 88’dir: “İns ve cin (bilinen bilinmeyen, tanınan tanınmayan) O’nun (Kur’ân) benzerini meydana getirmek için bir araya gelse yine de yapamazlar.” Dipnotunda bu ayetteki cin eğer ayrı bir mahlûk olsaydı Kur’ân, insanlarla onların bir araya gelmesinin muhal olduğunu ihmal etmiş ve hâşâ abesle iştigale düşmüş olmaz mıydı, der. Bu noktada zihinleri bulandıran husus, belki insin topraktan, cinin ateşten yaratıldığına dair sözsüz vahyin ifadeleridir. Toprak ve ateşi, bilinen somut nesneler olarak, lafzi bir okumaya tabi tutmak yerine, sembolik ve mecazi değerler diye yorumladığınızda Muhammed Esed’e hak vermemek isabetli görünmez. Toprağın yumuşaklık, yakınlık hissi uyandırması, ateşin ise yakıcı yanındaki ürküntüyü de karakter yapılanmasına yormak mümkündür. Elbette en doğrusunu bilen Allah’tır. Yorumlar, iman etmek için değil düşünmek, düşünceyi ortaya koymak ve birer bilgi nesnesi halinde kültüre katma çabasından başka nedir ki?3 Sözsüz vahyin dilinde doğrudan insan teki ile alakalı ifadeler, büyük çoğunlukla olumsuzluklara dair karakterlerin tasviri yüklüdür. Defalarca, insan tekinin yalnızca sıkıntıya düşünce Allah’ı hatırladığı, fakat sıkıntıdan kurtulduğunda yeniden unuttuğuna işaret vardır. Nimetler karşısındaki nankörlüğü, zayıf yaratılmış olması, sıklıkla umutsuzluğa düşmesi, aceleci, cedelci ve tezcanlılığı, tatminsizliği, kendini yeterli görerek kibre düşmesi anlatılır. Tîn suresinde mesela en güzel surette, en güzel kıvamda yaratılmış bulunan insan tekinin, sonradan, yani hayata atılıp davranışlarını kendisi kesp etmeye başladığında, çoğunlukla nasıl aşağıların aşağısı olacak kadar kötüleştiğine, buna müstahak olduğuna değinilir. Ardından iman ederek salih amel işleyenleri ise hemen kurtuluşla müjdeler. Yeryüzünde bir halife olsun için yaratılmış bulunan insan, eğer sözsüz vahyin nitelediği olumsuzluklara düşmemiş ve onun rehberliğini benimseyen bir hayat modelini yaşıyorsa, mutlaka tevhidi gözetecek ve Allah’a hiçbir şey ya da kimseyi ortak koşmayacaktır. Kendini tezkiye edecek, hür iradesinin gereği olan her davranışı kendini tezkiyeye, arındırmaya dönük olacaktır. Böyle birisi ancak yeryüzünü, Allah’ın mabetlerini imar ve inşaya, bayındırlığa, umrana, medeniyet kurmaya aday ve liyakatli toplumun ferdidir. Kendisi gibi düşünen ve inananların topluluğuna sözsüz vahiy, vasat ümmet demektedir. Hayırlı, ara bulucu ve şahit ümmet budur. Yeryüzü hayatı boyunca Hak ve Hakikatin şahidi onlardır. Onların her bir teki biricik birer şahsiyettir. Birbirine benzemek için değil, kendileri kalarak birbirinden, kâinattan, tabiattan, sözlü ve sözsüz vahiyden örnek ve ibret alarak yeryüzü hayatını idame ettirirler. Şahsiyeti değil ilkelerini miras bırakırlar. Ey Nâs! Nahl suresi 74, 75: “Öyleyse, sakın Allah’la (başkaları arasında) herhangi bir benzerlik, mislilik kurmaya kalkışmayın. Çünkü Allah (her şeyin aslını) biliyor ama siz bilmiyorsunuz. Allah (işte size iki insan) örneği veriyor. (biri) hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasına bağımlı bir köle; (diğeri de) kendisine katımızdan (bir armağan olarak) güzel bir rızık bahşettiğimiz (hürriyet rızkı) bir insan ki, o rızıktan gizli-açık (gönlünce doğru yolda) harcamalar yapıyor. İmdi (düşünün) bu iki insan hiç bir tutulabilir mi? Bütün övgüler Allah’a yakışır; ama onların çoğu bunu bilmezler.” Hacc suresi 73: “Ey Nâs! Size misal veriliyor, dinleyin. Allah’tan başka yakardıklarınızın hepsi bir araya gelse bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kopartsa, geri alamazlar. İsteyen de aciz, istenen de.” İnsan topluluğunu kasteden nas kavramı, temelde yine insan tekine dair uyarıları, bu kez çoğaltarak ve tevhit vurgusuyla sürdürür. Nâs suresinde bu vurgu, Allah’tan insanlığa ancak hayrın geleceği, şerrin ise bizzat insan tarafından üretildiğinin en açık ifadelerini taşır. Kader paradoksunda takılıp kalan, oradan bir çıkış yolu aramaya teşebbüs bile etmeden, körü körüne inanan topluluklara söz yetiştirmek zordur. Türkü şöyle söyler: “Bu dağlar kömürdendir/ Geçen gün ömürdendir/ Feleğin bir kuşu var/ Pençesi demirdendir.” Çok ilginç bir benzeyiştir İsra s uresi 13’te de Türkçeye bazen kuş olarak tercüme edilen ifade ile bir alaka kurulabilir: “Biz her insanın kuşunu (kaderini) kendi boynuna dolamışızdır. Öyle ki kıyamette onun önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir sicil çıkartacağız.” Türkçede “vebali boynuna” sözü tam da bu hakikatin terennümü sayılabilir. Elbette herkesin vebali kendi boynunadır ve elbette bu ayet herkesin kaderini kendi çizdiğine dair önemli bir öğretidir. Kıyamette insanın önüne çıkartılacak olan o sicili, amel defterini, Allah’ın eylemleri mi doldurmuş olacaktır yoksa insanın eylemleri mi? Türküdeki felek kimdir, nedir? “Feleğin kuşu”nun ayetteki “kuş” ile bir alakası varsa eğer ki öyle görünmektedir; bu durumda “Felek”, mutlak güç sahibi “Allah” olmaktadır. Dahası insan zaman, dehr, modernite ve felek diyerek genellikle şikâyet eder yakınır durur. Kimilerine göre kötülük, bozulma, eksik ve yanlışlıkların suçlusu Arapçada dehr, Türkçede zamandır. Muhafazakâr zihinlerin dilinde, mevcut kötülüklerin anası olarak sıklıkla modern zamanları işitmek mümkündür. Zamanı suçlayıp durur, kendi kusurlarını bununla örtmeye çalışırlar. Câsiye suresi 24 onlara adeta özel bir cevap gibidir: “Dediler hayat ancak yaşadığımızdan ibarettir, ölürüz ve yaşarız, bizi ancak dehr (zaman) yok eder.” Okuyup durdukları Buhari ve Müslim’in mecmualarındaki ifadeyi de kulak ardı ederler: “Dehre (zamana, yeni zamana, moderniteye) sövmeyin, dehr (ile kastedilen) Allah’tır.” Gerçekten de söz gelimi en fazla kötülenen felek kimdir, onunla hangi kudret kastedilmektedir? Doğrudan Allah lafzına karşı duramayanların kamuflaj malzemesi değil midir? Türküdeki felek de odur. Kaldı ki En’âm suresi 108’de, “Allah’tan başka sığındıklarına sövmeyiniz, zira onlar da Allah’a söver.” uyarısı vardır. İnsanda, insan topluluklarında ortaya çıkan bütün kötülüklerin öznesi bizzat insandır. Şeytan ancak kötü fiilleri güzel gösterir. İbrahim suresi 22’de: “(Şeytan) zaten benim size karşı (ey insan) bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de bana uydunuz. Beni yermeyin, kendinizi yerin!” denilmiyor mu? Denilir ki Hıristiyanlar âlim oldukça Hıristiyanlıktan, Müslümanlar da cahil oldukça İslâm’dan çıkar. “İslâm’ın her rönesansı Kur’ân’ın yeni bir okunuşuyla başlar” diyen Garaudy çok haklıydı. Cüveyni ise: “Emir ve nehiylerin maksadını tam anlamıyla kavrayamayan kimse din konusunda gerçeği yakalayamaz” diyordu. İmanı, düşünmenin önüne geçirmek Müslüman zihnin intiharıdır, diyen bir hayli Müslüman düşünce insanı vardır. Onlar geleneğe teslim olma, onu teslim al öğüdünü vermişlerdir. Râğıb el-İsfahani der ki: “İnsan ancak düşünerek ulaştığı bilgiyle şeref kazanır.”4 Bir Hasbihal’inde “Geçen zaman uçup gitti, gelecek ise belli değil. Sen ancak içinde bulunduğun halin sahibisin” diyen Mehmed Akif’in mısraları bu hakikatin fotoğrafını çeker: “Cibillidir taharri-i hakikat hırsı âdemde Onun mahsulüdür meşhud olan âsar âlemde Atalet, fıtratın ahkâmına mademki isyandır Çalışsın, durmasın her kim ki İNSANDIR.” Kanaatimiz odur ki Müslümanlık iddiasındaki insanların sözsüz vahiy ile bire bir irtibatı tarih boyunca, neredeyse bütün Müslüman topluluklar bakımından türlü sebeplerle hep noksan kalmıştır. Saltanat yönetimleri ilahi hitaba bütün insanların tek başlarına muhatap olmalarında sakınca görerek, onları aracı kurum ve kişilere terk etmişlerdir. Herkesin her an düşünüyor olması bütün zamanlarda bütün saltanatlar için tehlikeli addedilmiştir. Saltanat yalnızca devlet yönetiminde değil medrese ve tekkelerde hatta ailelerde de sürdüğünden, bir merkezde tek bir söz sahibi bulunması saltanatların sürmesi, sürdürülmesi için iyi bir çareydi. Müslümanların tarihlerine dönülüp bakıldığında köklü, derinlikli kelam tartışmaları ve yorumlarının yalnızca ulema muhitlerinde gerçekleştiği görülecektir. Sıradan insanların sözsüz vahyin anlamı yerine yalnızca lafzına mahkûm edilmiş olması sebebiyle, geçmişte bu tartışmalara dâhil olduklarına pek tanıklık edilememiştir. Yeni zamanlarda okuryazarlığın artması, sözsüz vahyin dünyanın bütün dillerinde muhtelif tercümelerinin yaygınlaşması sonrasında dileyen herkesin manaya ulaşması, onun yorumları arasında mukayese yapma imkânı da artmıştır. Söz konusu artışı tehlike olarak görenlerin her birisi bir köşede saltanat sahibidir. Elbette herkesin işin aslını bilmesini istemezler. İşin aslını bizzat öğrenenlerin sultanlara ihtiyacı azalır. Bu sebeple son zamanlarda insanları kitap okumaktan, doğrudan Kur’ân okumaktan, meal okumaktan uzak tutma çabalarının altında yatan sinsi niyet başka ne olabilir? İnsan kimdir; elbette bütün kimliklerinden önce Allah’ın kuludur. Peki, yalnızca sultanlar mı Allah kuludur? Yahut sulta sahipleri Allah’ın has kulları mıdırlar? Varsa bir imtiyazları, bunu nereden almışlardır, ne zaman, doğuştan mı getirmektedirler? Tarihin bir diliminde, söylenilen türküde, Allah’ı kastederek, felek isimli mevhum bir kavrama sövenleri görmezden gelenler, hatta okşayarak, meşrulaştırarak bakanlar, “insan kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyenleri itham etme hakkını nereden almaktadırlar? Aslında türküyü meşrulaştıranlar da, fiili insana yakıştıranlar da kadim kader tartışmasının iki cephesini oluşturmaktadırlar. Bu tartışmada malumdur ki Allah’ın bilmesi ile Allah’ın muradı çoğu kere birbirine karıştırılmaktadır. Söz gelimi “Allah her şeyi bilir” hikmeti üzerinden yapılan bir yorumu okuyalım: “İşlenmemiş bir fiil ‘şey’ olarak nitelenemez. İşlenip ‘şey’ (bilgi nesnesi) halini alan insan fiillerini Allah elbette bilir. Bu fiil hayr da olabilir şer de. Hayr Allah’ın muradına muvafık, şer ise muhaliftir.” Böyle bir yorum ardından “Allah, işlenmemiş fiilleri de bilemez mi, O’nun bilgisini sınırlayabilir mi insan?” suali doğabilir. Peki, Allah, kendisine zulmü asla yazmamıştır, dilese zulüm de ederdi ve insanın buna mani olma gücü de yoktu, bu birinci itiraz. İkincisi Allah, sırf sınamak için, sınava tabi tuttuğu kulunun, nasıl davranacağını bilme güç ve kudretinde bulunmasına rağmen bunu murat etmemiş olamaz mı? Bu da ikinci itirazdır. Hiç şüphesiz böyle bir tartışma zemininden imana gidilemez. Bilgi nesnesi ve yoruma açık meseleler ile imanı birbirine karıştıranlar, kendi görüşlerine aykırı gördükleri her yorumu, bakışı imanın dışına itmekte pek acelecidirler.5 Mesela kendisini ehl-i sünnete çok bağlı hisseden ve İmam Buhari’nin görüşlerini ehl-i sünnetin mihverine oturtan kimileri, bu zatın Halku Ef’âli’l-İbâd (Kulların Fiillerini Yaratışı) adlı bir eseri olduğundan haberli midirler? Hemcinsleriyle uyum sağlamak, ülfet etmek, cana yakın olmak anlamlarına gelen yaradılış ismiyle insan, sözlü vahyin ins, insan ve nas terkipleriyle hitap ettiği insan, hele bu sözsüz vahye bire bir, aracısız muhatap olmaya kalkışırsa, bu kılavuzun, bu ilahi rehberin kendisini karanlık sapaklara, çıkmaz yollara, düşürmeyeceğini, sürüklemeyeceğini bilir, anlar. Son sözü Aliya İzzetbegoviç’e bırakalım, şöyle söylüyor: “İpek Böceği dut yaprağını ipliğe dönüştürür (gerçekte olayın hakiki müessiri Allah’tır, çünkü böceğin bir iradesi olmadığı için, yaptığı işi değiştirip, dönüştürme kabiliyetini haiz değildir). İnsan, kaba hayat sahnelerini drama, trajediye, müzik parçası, tablo ve destansı bir şiire dönüştürür.”6 (Bununla yetinmez kendi yaptığını bozarak daha farklı bir üretime de geçebilir, böylesi bir yaratıcı kudretle Allah tarafından teçhiz edilmiştir.) Allah en doğrusunu bilir. 1 Geniş bilgi için bkz. Ahmet Akbulut, Müslüman Kültürde Kur’ân’a Yabancılaşma Süreci, Otto Yayınları, Ankara, 2017. 2 Bkz. a.g.e. 3 Geniş bilgi için bkz. Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Ek III Cin Terimi ve Kavramı Yazısı, İşaret Yayınları, İstanbul. 4 Geniş bilgi için bkz. Erkan Yar, Müslüman Kelamında Teklif ve Sorumluluk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2017. 5 Geniş bilgi için bkz. A.g.e: Erkan Yar. 6 İslam Deklarasyonu, Aliya İzzetbegoviç, Fide Yayınları, İstanbul. |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı-2 - 19/10/2019 |
Düşünme kendiliğinden ve her basamağında, her modelinde dinamik bir eylemdir. Durup düşünmek denildiğinde de dinamizminden bir şey kaybetmez. |
‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı -1- - 09/08/2019 |
Dilin mumyalanması, dondurulması demek ise, bireyin düşünme mekanizmasını iptal ederek, kendisini, kendisi gibi bir beşerin iradesine bağlaması demektir. Doğrudan bağlanma da denilebilen bu irtibat, rabıta diye de bilinmektedir. |
Bin Birinci Endişe - 03/04/2019 |
Dindarlığı Nereden Başlatmalı? |
Şairce Bir Hasret, Çığlık Hürriyeti - 24/02/2019 |
“Çığlık Hürriyeti” ifadesi elbette sözün gelişi bir genç şairin özlemiydi. Aslında hürriyet tek başına bugün bütün Müslümanların üzerinde yeniden düşünmeleri gereken önemli bir kavramdır. |
EYVAH DEİZM YAYILIYOR DERHAL “İSLAM’I GÜNCELLEMELİ” - 18/09/2018 |
Münasebetsiz hatta densiz bir haber, devlet başkanını yukarıda tırnak içerisinde verdiğimiz sürçi lisana mecbur etti. |
MARTİN LUTHER DE BÖYLE Mİ DEMİŞTİ? - 26/06/2018 |
Kanaatimce Müslüman dünyadaki ana blokları gelenekçiler ve modernistler diye değil, muhafazakârlar ve devrimciler diye tanımlamak daha sağlıklı olacaktır. |
Muhafazakâr Telaş Nereye Kadar? - 04/04/2018 |
1 2 Şubat 2016 Cuma günü Türkiye camilerinde okutulan Diyanet İşleri Başkanlığı çıkışlı hutbe, sosyal medyada tartışmalara sebebiyet verdi. İçim kabul etmedi, Rabbim ise kabul etti mi etmedi mi bilmiyorum. |
DAEŞ Menziline Nereden Varılır? - 18/06/2017 |
DAEŞ Menziline Nereden Varılır? |
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı - 19/05/2017 |
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı |
![]() |