• https://www.facebook.com/bursaseyirdefteri/
  • https://twitter.com/bursed25

                                                               

Mahmut Celal Özmen

Hava Durumu
Videolar
Mahmut Celal Özmen
Sokak Fotoğrafçısı
Üyelik Girişi
Site Haritası
Takvim
HER AY BİR KİTAP
Metin ÖNAL MENGÜŞOĞLU
bursaseyirdefteri1@hotmail.com
Bin Birinci Endişe
03/04/2019

Şeyh Sadi olabilir belki de bir başka şark şairi Farsça beytin Türkçesinde şöyle söyler: İnsan, bir damla kan ve bin endişe. Herkesin endişesi başka… Dünyadaki ömrüyle sınırlandırılmış insanlığın, öteki yaratıklardan ne farkı kalır? Bitkisel hayata rıza gösteren, bütün endişesini dünyevi çıkarlar içerisine sıkıştıran insan, alanını ne kadar daralttığının ne vakit farkına varacaktır?

Ursula K. Le Guin’in Yorumuyla Lau Tzu’nun Tao Te Chıng metnini okuyordum. Yorum sahibi ve metni Türkçeye çevirenlerin, Çince bilmediklerini itiraf ederek yayımlama cesareti gösterdikleri bu eser, açık yüreklilikle ortaya konulan noksanlarına rağmen, şaşırtıcı derecede güzel bir Türkçe ile karşımdaydı. Çevirmenler Bülent Somay ve Ezgi Keskinsoy’a dilimize böyle bir metni kazandırdıkları için teşekkür etmeliyiz. Metis Yayınları tarafından 2018 yılı içerisinde piyasaya sürülen bu Taoizm hikmetlerini titiz, dikkatli, marifet ve estetik arayışı içerisindeki bütün okuyuculara tavsiye ederim.

Bu yazı, anılan kitabın kritiğine yönelik değildir. Ancak “Bin Birinci Endişe” olarak tasarladığım denemenin asli maksadına desteklerden sadece birisidir. Hemen belirteyim, 62. Bölümde Hoş laf satılır pazarda,/ ince davranışlar da ucuza;/ alır beş para etmez insan bile ifadeleri yer alıyor. Burada ukala, mütekebbir ve bilgiçlik taslayan gevezeleri niteleyen, çevirmenlerin harika biçimde Türkçeleştirdikleri, söz konusu ağzı kalabalıklar hakkındaki bir ifade şöyle idi: “Özlü Sözlerini” en yüksek fiyatı verene satan bilgiçler ve ariflerle ilgili olduğunu söylüyor(lar), tıpkı popüler gurular ve televizyon “bilirkişileri” gibi.

Popüler gurular topluma hangi hususta rehberlik ederler, pek bilmem ama televizyon “bilirkişileri” ile Türkiyeli sıradan izleyicinin başı, epeyce zamandan bu yana dertten kurtulmayacak gibi görünmektedir. Bir yakın arkadaşımın uyarısıyla banttan izlediğim ilahiyat profesörlerinden birisi, arkadaşım kadar beni de hayli şaşırttı. Daha önce gerek telif gerekse tercüme eserlerinden hemen hepsini okuduğum, çok da yararlandığım hocamızın, televizyon konuşmasındaki yorumları üzerine yalnızca şaşırmadım elbette onun adına bir hayli de üzüldüm.

İşin aslına bakarsanız benim öteden beri televizyonlarda, hele canlı yayınlara karşı mesafeli duruşumu haklı çıkartan, kim bilir kaçıncı örnekti izlediğim ve dinlediğim. Bu araçlar, düşünen, bilen, uzman kişilerin karşısına çıkartılmış birer tuzak gibi mi kullanılıyor, yoksa kameraya yüzünü dönen insanı büyüleyen başka bir ışınlama filan mı vardır; bilemem.

Bildiğim şudur ki sözünü ettiğim hocamızla yüz yüze gelme imkânı bulabilseydim, eminim onu, kanaatinin tam tersine ikna ederdim. Şimdilik bu mümkün değil. Ama mademki ismini anmamaya niyet ettim, o halde yazarak bir uyarı yapmanın faydasını umabiliriz.

Dindarlığı Nereden Başlatmalı?

Konu kısaca şuydu; hocamız, lafı ballandıra ballandıra, güzel de kullanan birisidir; diyordu ki zamanımızda yüzlerce tefsir ve meal yayımlandı. İnsanlar Kur’ân’ı ana dillerindeki anlamıyla okumaya başladılar. Ama ne yazık, hiçbir meal ve tefsirin bulunmadığı on sekizinci yüzyılda yaşayan Müslümanlar, şimdiki Müslümanlara göre daha dindar, daha samimi idiler. Eskilerin, yani Kur’ân okunmayan zamanların, hocaya göre, Allah yanındaki kıymeti, meallerin, tefsirlerin okunduğu bugünkülere nazaran daha ziyade ve daha doğru idi.

Hocanın ismini versem, çoğu okuyucunun tıpkı benim gibi şaşıracağını, gözlerine, kulaklarına inanamayacaklarını tahmin ediyorum. Üstüne üstlük, Kur’ân’ın ana dilde okunmasının işe yaramadığını söyleyen söz konusu hocamızın, bir de Kur’ân meali mevcuttur. Yani karşı durduğu çoğalmaya katkısı da olmuştur.

Sahiden böyle midir? İstatistiki anlamda on sekizinci yüz yılın dindarlığı ile yeni zamanlar karşılaştırılıp, sonuç, yeni zamanlar aleyhine çıkmış bile olsa, benim reyim, daima meal veya tefsirin anlaşılarak okunduğu dönemi tercih ederdi. Velev ki arada bir yanlış anlama zuhur etse bile. Yanlış anlamayı tashih etmek mümkündür; gelin görün ki hiç bir şey anlamamış zihinleri, bir şuur zeminine çekmek o kadar kolay değildir.

İnsanın hatırına şöyle bir yorum gelebilir. Hoca, aslında önceki dönem dindarlığının bugünküne nazaran daha samimi olduğunu mu söylüyor acaba? O halde, toplumların dış görünüşlerine, sokaktaki hayatlarına bakarak, Türkiye özelinden hareketle de düşünecek olursak, alkolün alenen satılabilmesi, müstehcenliğin görünürlüğü vb. manzaralar bize bir ölçü verebilir mi? Bu ölçüye itibar ettiğinizde, en iyi dindarlığın/ Müslümanlığın, Suudi Arabistan başta olmak üzere, sokaktaki hayatı onlar gibi düzenleyen ülkelerde yaşandığını ortaya koymuş olursunuz; bu mudur meram?

Dindarlığı muamele ve münasebetten, şuur ve ahlaktan, vahiy ve ilimden başlatmak yerine, şekilci ve ferdi bir görüntüye indirgemeye, hocanın da onay vereceğini sanmıyorum. Her iki çağdaki insan topluluklarını bilgi, şuur ve içtimai ahlak testine tabi tuttuğunuz zaman, nasıl bir sonuca erişilebilir? On sekizinci yüz yılda, Kur’ân’ın, insanların ana dilinde anlaşılarak okunmadığı, hocamız tarafından da itiraf edildiğine göre, o dönemin dindarlığının şekli ve ferdi kıskaç içerisinde bulunduğu besbelli değil midir? Ahlak, muamele, münasebetler ve ilim bakımından o toplumlardan günümüze aktarılan ve bazılarınca samimi zannedilen tutum ve davranışlar, doğrudan İslâm yerine, en azından çok büyük bir nispette, törelerden kaynaklanan asabiyetlere daha çok benzemiyor mu? Allah’ın dini yerine, ataların dinini sürdüren toplulukların görünüşlerindeki sadelik, saflık, işlevsizlik, davranışsızlık, nasıl iyi dindarlıkmış gibi hem de Kur’ân okuyanlardan daha kıymetli olarak anlatılabilir?

Bilgisiz, şuursuz hele ki Kur’ânsız bir dindarlığı, mealinden, tefsirinden de olsa onu okuyanların dindarlığıyla hangi zihin mukayese edebilir? Böyle kanaatlerin konuşulduğu zamanları hatırlıyorum; hatta o hususlarda hadis bile uydurup söyleyenler vardı bir zamanlar. En iyi dindarlığı, cahil, hadi cahil demesek bile ümmi kocakarılarınki olarak gösteriyorlardı. Neden mi; onlar daha samimi oluyorlarmış. Samimiyet ile saflığı hatta bazen aptallığı birbirine karıştıranlara diyecek söz bulunamaz ama bir ilahiyat hocasının artık sayıyla kendisine gelmesi ve mümkünse, kendisini de zaman zaman dillendirdiğini bildiğimiz, şu televizyon “bilirkişiliğinden” kurtarmasını bekleriz.

“Nihai Kaygı”

En iyiyi tespit ederken, iki toplum arasındaki mukayeselerde doğru olanı, rol modeli ortaya koyarken, konumuz eğer iman ise, bunun sıhhatini neye, nereye bakarak anlarız? Kişilerin salt amelleri, sokaktaki görüntü müdür ölçü yoksa hele ki bir ilahiyat hocası zaviyesinden, sahih iman sorgulaması mıdır? İmanına zerre kadar şirk bulaştırmış birisinin, tıpkı bugünkü insanların çoğunun yaptığı gibi, Peygamberden çok namaz kılması, oruç tutması ve sayısız defa hacca gitmesi kurtuluşu için yeterli midir?

Nitekim geçmiş toplumumuzun yönlendiricisi kanaat önderleri ve öğreticiler, onlara, çoğu kez adeta geri zekâlı muamelesi yaparak, bahsi geçen ritüellerden başka bir şeyle sorumlu olmadıklarını söylemediler mi? Kendilerini bir mezhebe, bir şeyhe, bir üstada, bir tekke ve benzeri topluluğa bağlayarak, oraların tepesindeki zatın şefaatiyle zaten kurtulacaklarını öğretmediler mi? Gelenekçi tüm çevrelerde hâlâ insanları böyle bir zihne kilitleyen yığınlar yok mudur? Allah, bizi kurtarıcıların şerrinden korusun derken Aliya İzzetbegoviç ne kadar haklıydı. Allah ile kulu arasında en ufak bir mesafe yok iken, bir aracı kişi ve kurumu ortadan kaldıran yegâne nizam İslâm iken, hocamız en samimi Müslümanları kimler olarak işaret etmektedir? Doğru muydu yapılanlar? Okuryazar olmasa bile insanların fıtratları ve irfanları, Allah kelamına muhatap olmaya yaratılıştan müsait iken, neydi onlardan gizlenen bilgi ve birikim?

Paul Tillich, İmanın Dinamikleri kitabında, dilimize nihai kaygı kavramını kazandırmıştı. İmanı, bütün endişelerin muhassalası sayan bu bakış, birçok Müslüman’dan daha derin bir anlayışı yansıtıyordu. Türkiye toplumunda öteden beri amel, imandan öncelikli bir mevkie kondurulmuştur. Bütün şekilci toplumlarda olduğu gibi, bir iman platformu yoktur mesela. Adeta imansız amel öğrenimi yapılmıştır toplumda. Söz gelimi ferdi ibadetlerini ziyadesiyle yerine getiren dindarların büyük çoğunluğu, amellerine gösterdiği titizliği ve hassasiyeti, maalesef şirk hususunda asla göstermediği gibi bu anlamda bir özen, bilgi ve şuur sahibi bile değildir. Televizyon “bilirkişisi” olarak andığım hocanın bile mesela müstehcenliğe ve alkolizme dair gösterdiği titizliği, tevhid ve şirk noktasına vardığında sanki ihmal ettiği, vurdumduymaz davrandığı ortaya çıkıyor.

On sekizinci yüz yılda Türkiye halklarına öğretilen menkıbevi dindarlığın da birtakım kaynakları vardı elbette. Bizzat kendileri okuyamasa bile halkın bulunduğu meclislerde bazen pehlivan tefrikaları okunurdu. Bunlarla coşturulurdu ahali. Bazen Müzzekki’n-Nüfûs, Nefahâtü’l-Üns, Dört Halife ve en çok da Hazreti Ali Cenkleri vardı. Bir kılıçta yetmiş küffarın kellesini uçuran Ali’yi dinletip, hüngür hüngür ağlatılırdı insanlar. Her tekkeye ait şeyhin gökte uçuşan kerametlerini anlatan risaleler de cabası. Mevlid-i Şerif ve manzum Siret-i Nebi gibi metinler üzerinden de bilgi aktarılmakta değil miydi? Yalnızca Türkçe konuşan Anadolu Müslüman’ı bakımından değil, Kürtçe konuşan Anadolu Müslüman’ı da eğer Ahmedi Hani’ye ait Akide-i İman Risalesi’ni okuyor idiyse, akıbeti değişmemiştir. Tamamı tıpkı önce sayılan metinler gibi şiirden mürekkep bu eser, sanki ilk mektep çocuklarına bir yandan menkıbevi bir dindarlık aşısı yaparken, öte yandan da okuma yazma öğreten bir nevi alfabe konumundadır. Ve halkların elinde bahsi geçen eserlerden gayrısı mevcut değildir. Kur’ân, zaten hocanın da belirttiği gibi hiç yoktur.

On sekizinci yüz yılın ahvalini madem rol model ve daha iyi dindarlık olarak öğreteceksiniz, topluca oturup ağlamanın marifet sayılmasını onaylıyorsanız, FETÖ ve avanesinin önünü niçin kestiniz? Bırakınız adam toplumu öylesine ağlamaklı bir hale sokmuştu ki, tam on sekizinci yüz yıl atmosferi yaratmıştı. Şimdi terörist ilan ederek ne istediniz adamdan? Nasıl, var bir benzerlik, değil mi?

Şimdi bahsi geçen eserlerin ve de kısaca FETÖ’cülüğün bilgi dağarcığı üzerinden edinilmiş bir dindarlığı, Kur’ân meali yahut Türkçe tefsirlerden öğrenilmiş olanla karşılaştırdığınızda, hangi ilim erbabı, öncekilerin ve çağdaş haşhaşilerin daha bilgili, daha samimi, daha dini bütün olduğunu savunabilir? (Tam burada, vaktiyle FETÖ’cülerin kitaplıklarında Kur’ân dâhil, hocalarınınkinden başka hiçbir kitabın bulunmadığına dair şahitlikleri hatırlamalıdır.)

Dünün insanının yoktu kaygısı, merak denilen, sorgulama isimli insani eylem ellerinden alınmış, din onlara dayatılan bir benimseme, bir dogma olarak sunulmuştu büyük ekseriyetle. Tıpkı dünkü uygulamayı, bugün de aynen yineleyen FETÖcü ve benzerlerinin yaptığı gibi. Bakınız adamlar, hapishanede bile hâlâ kendilerini duvarları yarıp içeri girerek ziyaret eden (!) Hazreti Yusuf’tan söz etmekteler.

Görmüyor musunuz ne kadar samimi olduklarını? Samimiyetleri ki birileri buna ihlas bile demektedir, kendilerini sahiden kurtarmaya yetecek midir? Hazreti Ali cenkleriyle yerlere yatanların davranışı da bundan farklı değildi. Bu durumda nasıl olur da meallerin, tefsirlerin çoğalmasından şikâyette bulunur bir ilim adamı? Üstelik bu çoğalmaya meal yazarak katkı sunmuş, besbelli ileride bir de tefsir çalışması yapacak olan birisi, televizyonlara çıkarak, sadece halkın değil bütün bir toplumun gözünün içerisine bakarak, cahil bir kayınvalidenin dindarlığı ile Kur’ân meali okuyanınkini karşılaştırır ve birincisi lehine karar verir...

On sekizinci yüzyılın insanı bugünkülere göre daha az konuşuyor, hemen hiç yazmıyordu. Elbette daha az hata yapmış sayılabilir. Ancak unutulan nokta şurası, düşünmesi, konuşması, üretmesi, yaratması gerekirken susmuş yahut susturulmuştur o insanlar. Hiç düşünmeyen, hiç konuşmayan elbet hiç hata da yapmaz; bu mudur iyi Müslüman modeli, el insaf. İnsanda biraz endişe olur endişe.

Yılmaz Güney’in Endişesi

Bir alaka kurmaya çalışırken, bin birinci endişeyi gözleyip kollarken, hafıza, zihne, bambaşka bir endişeyi getirip oturttu. Ünlü yönetmen ve oyuncu Yılmaz Güney’in, Türkiye’de iken senaryosunu yazıp oynamaya ve yönetmeye başladığı son filmi Endişe idi. Ancak yurt dışına kaçmak durumunda kaldığından, yalnızca ilk sahnesinde görünebildiği, yönetmenliğini Şerif Gören’e bıraktığı bu filmin endişesidir burada hatırımızı zorlayan.

Adana’da göçer konumdaki pamuk işçilerini konu alan film, Adana caddelerinden geçerken, sonu SA ile biten büyük fabrikaları gösterir sırasıyla. Ardından şehrin çıkışındaki Adana levhasını görürüz. Muzip birisi tebeşirle levhayı şu hale getirmiştir: Ada(SA)na. Dönem sosyalistlerinin hemen bütün kültürel alanlarda adeta moda salgını halinde üretim tüketim ilişkileri, emek sermaye gibi hususlara yoğunlaştığı yıllardır. Kapitalizmin yerilerek yerine sosyalizmin ikamesi uğruna genç insanların ölmeyi göze aldığı yıllar…

Derme çatma çadırlarda, pejmürde gündelik hayatları içerisinde, düşük ücretlerinin az daha artmasını bekleyen işçiler, bir yandan da namuslarına, tarlada çalışan kız çocuklarına göz diken ustabaşları, kötü ahlaklı patronlarla uğraşmaktadırlar. Kısacası hayat ve namusları da dâhil her şeylerine sermayedarların sahip çıktığı şu kapitalist sistemde, muhtemelen sermayenin, bütün mal varlıklarının ve nimetlerin, bir gün insanlara eşit/ ortak miktarda dağıtılacağı günleri intizar etmektedirler.

Yılmaz Güney’in endişesi tamamen dünyevi/ seküler ve maddi niteliklidir. Çıkışında onu haklıymış gibi gösteren, belki de şöyle söylemek daha doğru olacaktır, haklılık payı taşıyan bu endişe, insanı dünyaya mahkûm etmiyor mu? Dünyadaki ömrüyle sınırlandırılmış insanlığın, öteki yaratıklardan ne farkı kalır? Bitkisel hayata rıza gösteren, bütün endişesini dünyevi çıkarlar içerisine sıkıştıran insan, alanını ne kadar daralttığının ne vakit farkına varacaktır?

Şeyh Sadi olabilir belki de bir başka şark şairi Farsça beytin Türkçesinde şöyle söyler: İnsan, bir damla kan ve bin endişe. Herkesin endişesi başka… Birileri, babaannelerinin dindarlığına özentisini, en doğruyu ararken, halkına model olarak göstermek istiyor. Ata severliğini, genlerine işlemiş bulunan şovenist duygularını, tam anlamıyla alt edemediği, yaşı ilerledikçe geçmişe özlem dediğimiz duygularını ise yorumlarının tetikleyicisi olarak kullandığı için, böyle bir yanılgıyı yaşamaktadır muhtemelen.

Bir başkası, ölümden sonra dirilişe dair en ufak bir inancı bulunmadığından, bütün endişeleri dünyevi çıkarlara göre programlanmış bir yaşama modelini, idealize etmeye çalışmaktadır. Şair, aslında olayı çözmüştür çözmesine de beklerdik ki bin birinci bir endişeden de söz açsaydı. Belki de açmıştır. Evet, insan, eğer vücudunun dörtte üçü sudur bilgisine sahipse, bir damlacık bu kırmızı su ile birlikte, zihnini ve kalbini dolduran endişelerden mürekkeptir bir bakıma. Elbet dünyada ne kadar insan mevcutsa, herkesin endişesi kendine olduğuna göre, o kadar da endişe bulunmaktadır. Ne diyordu bilge Aliya: Dolu bir mide, boş bir ruh; neye yarar? Besinlerle kanı çoğaltabilirsiniz ama Allah kulu insanın ruhunu yine ancak Allah’ın Vahyi beslerse beşer doğan kişi, insanlık basamaklarında yükselebilir; bu, böyledir.

Bizim bu yazı münasebetiyle arkasına düştüğümüz, aradığımız endişe, Paul Tillich’in nihai kaygı şeklinde dile getirdiği, şairi dinleyerek söylersek, bin birinci endişenin ne olduğu, hangi istikamette bulunduğudur. Yazının girişinde andığımız metin, Taoizmin kutsal metni idi. İlahi Vahyin son metni ile benzeşen yönlerine bakarak bir irtibat kurulabilir, burası uzmanlık isteyen iştir. Bizim için gerekli olan metnin kanaatimizi okşayan yönleridir. Şöyle söylüyor Gücün Çeşitleri başlıklı şiir: Başkalarını tanımak zekâdır/ kendini bilmek bilgelik./Başkalarını yenmek kuvvet ister/kendini yenmek büyüklük./ Servet yetinmeyi bilmektir./ Ölene kadar yaşamak/ yeterince yaşamaktır. Yaşasaydı, Yılmaz Güney’in endişeyi indirdiği derekeden bir kere de bu noktaya yönelmesini arzu ederdik; olmadı.

On sekizinci yüz yıl aşığı hocaya da söyleyeceği sözü var Taoizmin. Şunu da hatırlatmalıyız ki bu kutsal metinde, Yol diye çevrilen söze Din yani ed-Din, Güç diye çevrilene ise rahatlıkla Tanrı anlamı verilebilir. İfadeler şöyle: Ve kanuna tam anlamıyla itaat edenler/ kollarını sıvayıp/itaat ettirirler itaatsizleri/ kanuna itaat etmek kuru kabuğudur/ sadakat ve iyi niyetin./ Kanaat, Yol’un meyve vermeyen çiçeğidir/ cehaletin başlangıcı/ bu yüzden yüce fikirli insanlar/ kabuğa değil çekirdeğe/ çiçeğe değil meyveye bakarlar/ birini bırakır ötekini alırlar.

Benzer bir ifadeye İmam Gazali’de rastlanır: Cevizi kırarak özüne bakmayan, hepsini kabuk zanneder. On sekizinci yüz yılın muti (itaatkâr) insanları ile yeni zamanların sorgulayan insanlarını, iman noktasında karşılaştıranların, neyi unuttuğu, yukarıdaki özlü sözlerde gizlidir. Merhum Bilgemiz Aliya İzzetbegoviç’e yeniden müracaat edelim; o, itaat edenler ile itizal edenleri karşılaştırırken böyle bir yoruma ulaşmıştı. Hani yürüyen oturandan, koşan yürüyenden daha hayırlıydı ya, nerede kaldı bu hikmetin uygulama alanı?

İnsanın elinden, Allah’ın yaradılıştan tanıdığı hürriyet alınırsa, sessiz, sözsüz, niteliksiz hatta kusursuz bir itaatkâr elde edersiniz. Evde en büyüğe, ailede kocaya, orduda çavuşa, mahallede muhtara, çarşıda esnaf odasına, devlette başkana kayıtsız şartsız itaati bütün endişelerinin önüne almış bulunan insanı daha iyi mümin diye gösterebilir misiniz? Bu mudur insanlık onuru yahut iyi Müslümanlık? Allah’a bile itaati Kur’ân, kayıtlı ve şartlı olarak beklerken, hikmetinden sual eylememizi isterken, hangi mantık Kur’ânsız bir Müslümanlığı iyi model gösterebilir?

Taoizmin Basit Olmak söylemi şöyle: Dünyada ne kadar kısıt ve yasak olursa/ o kadar yoksullaşır insanlar./ Ülkede ne kadar uzman varsa/ işler o kadar içinden çıkılmaz olur./ Becerikliler ne kadar cin fikirliyse/ icatları o kadar korkunçtur./ Ne kadar yüksek sesle bağırılırsa kanun, düzen diye/ o kadar çoğalır hırsızlarla dolandırıcılar.

İtaatkârlık dindarlıkta önde gelmesi gereken tutum değildir İslâm’da. Kelime-i tevhidin başlangıç cümleciğindeki isyanı göremeyenlerin bağlılığı, kuru itaatkârlıktan öteye geçemez. Neyi, kimi inkâr ettiğini bilmeyenlerin bağımlılığı iman adını alamaz. Göğün kılavuzluğunda yürümek/ en iyi yoldur her zaman, böyle söyler Tao’nun kutsal kitabı. O da İlahi Vahyi işaret edip dururken, ondan mahrum bir toplumun itaatkârlığını iyi Müslümanlık diye takdim etmenin mantığı nedir? Televizyon Bilirkişiliği’nde en fazla aranan kişi olma endişesi, öteki endişelerini mağlup edenlerin, konu imana geldiğinde oturup yeniden düşünmeleri gerekir. İnsanın elbette binlerce endişe olabilir. Ancak bin birinci endişe yani şu nihai kaygı mutlaka ama mutlaka dünyevi değil uhrevi bir kaygı olmalıdır. Sayıyla ve sırayla düşünmeyi öncelemek arzulayanlara bir formül sunmak gerekirse, şu soruyu zihne bir mıh gibi çakmalıdır: ölümden sonraki diriliş hayatına dair endişeniz, birinci mi yoksa bin birinci mi, sade, saf bir endişe mi yoksa bütün endişeleri toparlayan ve tümünden daha güçlü bir endişe midir?

Dünyanın başlangıcından bu yana, bütün Allah elçilerinin tedris ettiği, müşterek bir amentünün temel ilkeleri, tevhid, adalet, emri bil maruf ve nehyi anil münker olmalıdır. Başka bir ifadeyle İman, Allah’a şirksiz, ahirete de şeksiz şüphesiz, yani bütün endişelerden arınmış, kurtulmuş, tamamını elemiş olarak gerçekleşerek, kişinin yolunu salih amele çıkaran muazzez bir eylemdir.

Netice-i Kelam

Televizyon fenomenleri arasındaki fesliler, kara cübbeliler ve hatipleri hiç saymıyorum. Onların büyük bir kısmını Cem Yılmaz niyetine izleyip hoşça vakit geçirenlerin bulunduğu biliniyor. Onlar şu anda bahis mevzuu değil.

Bizim mevzumuza dâhil edeceğimiz ikinci ve son, saygıdeğer bir başka ilahiyat profesörü de var. Ve izniyle “televizyon bilirkişileri” hizasına kendisini de yazmak zorunda kalıyorum üzülerek. Bir konuşmasından hatırımda kalan yakınmaları beni şaşırttı. Diyor ki özetle: “Biz insanlara meal okuyun dedik, onlar başımıza âlim kesildiler.” Bu nasıl bir şikâyettir, yalnızca ben mi rahatsız oluyorum, başkaları da var mı, bilemem. Saygıdeğer hocamızın her şeyden evvel şunu bilmesini isterim ki, meal okuyun diyen ilk ve son kişi kendisi değil. Bu bir. İkincisi madem böyle bir şikâyette bulunacaktın, meal ve tefsir yazma teşebbüsün, böyle bir tavsiyen asla olmamalıydı. Oldu, diyelim, daha ne istiyorsun, bırak insanlar rahat rahat hatta istersen bizzat senin meal ve tefsirlerini okusunlar. Biraz mühlet ver insanlara. Bırak onlar da azıcık yanılma haklarını kullansınlar.

Ne çabuk unutuluyor, meal okuyun diyenlerin ilki olarak bu hocamızı kabul ettik diyelim. Niçin insanları meale çağırdı? Çünkü insanlar meal yerine menkıbe, masal, efsane ve çokça uydurma hadis okuyorlardı değil mi? Yine eskiye mi döndük? Meal okuyarak insanlar başınıza âlim mi kesildiler? İsterseniz yeniden eski metinlere dönsünler.

Yalnız şurasını hatırdan çıkartmamak lazımdır ki, muhtemelen hocamız da kabul edecektir, uydurma hadis okuyarak yanılan, şaşıran, yanlış yola düşenlerdense, meal veya tefsir okuyarak yanılan, şaşıran olmak tercihe şayan değil midir? Hele eğer meal ve tefsirler insanları yanıltan, şaşırtan metinler diye düşünülüyorsa, durum daha da vahim bir neticeye doğru evriliyor demektir. İnsanları şaşırtan mealleri o halde niçin kaleme alıyorsunuz? Bırakın onlar geleneklerini sürdürüp dursunlar.

Şöyle bir soru hatıra geliyor, meal okuyarak başınıza âlim kesilen kimdir, kimlerdir? Kaç kişidirler, nasıl bir tahribatları olmuştur. Asırlardır uydurmaların birikimiyle şaşırmış olanlarla aralarında kalite ve mahiyet farkı sayılan neler vardır? Korkunuz eğer herkes meal okuyarak âlimlik taslayacak istikametindeyse iki şık hatıra gelir. Ya vazgeçeceksiniz meal, tefsir yazmaktan yahut da müminlerin asla cahil olmayacaklarını düşünerek, her müminin kendi bilgi dağarcığı miktarınca ilim ehli olması gerektiğini, her müminin nasıl veli sıfatı varsa âlim sıfatının da bulunması gerektiğini, en azından hatırlayacaksınız. Müminler asla cahil sıfatıyla anılamazlar, çünkü bilmediğini bilmemek anlamındaki cehalet, Kur’ân’a göre, şirkin akrabasıdır.

Açıkçası hocamızın uyarısını ben üzerime alındım. Ve hemen cevabımı da hazırladım. Buyursunlar âlim sıfatları üzerlerinde kalarak hocalarımız yollarına devam etsinler. Bu sıfat kendilerine mübarek olsun. En azından benim gözüm yok. Fakat izin verirlerse bizler de birer Müslüman düşünce insanı olarak yaşayalım. Kendilerinin yazdığı ve “konuştuğu ”meal ve tefsirleri okuyarak düşünelim bıraksınlar. Hatta bıraksınlar arada bir de yanılalım. Uydurma hadis okuyarak yanılmaktan daha iyi ve ehven değil mi? Âlimlik size olsun tamam da şu meal okutarak başınıza âlim kesilenlerin ahvalini niçin biraz da okudukları metnin bereketine, mucizesine yormuyorsunuz? Meal ve tefsir okuyanlar arasında türeyen, size göre, sapkınlar ile masal, menkıbe ve uydurma hadis okuyarak sapmış bulunan eskiler arasındaki mukayesede, hangileri İslâm’a daha uzak düşmektedirler?

Biliyorum bu suale verilebilecek makul ve maruf bir cevap yoktur. Hocaların korkmasına da aslında hacet yoktur. Meal ve tefsir okumalar, Müslüman muhitlerine ilim, kalite, marifet, estetik getirmiştir. Elbette daha önümüzde uzun bir yol vardır. Eğer hocalar bize “buraya kadar” demeyeceklerse, arzumuz daha da ilerlemek istikametindedir. Fakat korkarım, uydurmaların zebunu kalabalıklardan önce bu hocalar çabalarımıza taş koyacaklar; bu hususta yanılmış olmayı isabet etmişliğe tercih ederim. Endişeye mahal yok sevgili hocamız; bize düşünme imkânı veren eserleriniz yeter; birer düşünen Müslüman olmak arzusundayız, makam ve mevkileriniz size kalıversin.



1162 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı-2 - 19/10/2019
Düşünme kendiliğinden ve her basamağında, her modelinde dinamik bir eylemdir. Durup düşünmek denildiğinde de dinamizminden bir şey kaybetmez.
‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı -1- - 09/08/2019
Dilin mumyalanması, dondurulması demek ise, bireyin düşünme mekanizmasını iptal ederek, kendisini, kendisi gibi bir beşerin iradesine bağlaması demektir. Doğrudan bağlanma da denilebilen bu irtibat, rabıta diye de bilinmektedir.
İNSAN KİMDİR? - 03/05/2019
Sözsüz vahyin dilinde doğrudan insan teki ile alakalı ifadeler, büyük çoğunlukla olumsuzluklara dair karakterlerin tasviri yüklüdür.
Şairce Bir Hasret, Çığlık Hürriyeti - 24/02/2019
“Çığlık Hürriyeti” ifadesi elbette sözün gelişi bir genç şairin özlemiydi. Aslında hürriyet tek başına bugün bütün Müslümanların üzerinde yeniden düşünmeleri gereken önemli bir kavramdır.
EYVAH DEİZM YAYILIYOR DERHAL “İSLAM’I GÜNCELLEMELİ” - 18/09/2018
Münasebetsiz hatta densiz bir haber, devlet başkanını yukarıda tırnak içerisinde verdiğimiz sürçi lisana mecbur etti.
MARTİN LUTHER DE BÖYLE Mİ DEMİŞTİ? - 26/06/2018
Kanaatimce Müslüman dünyadaki ana blokları gelenekçiler ve modernistler diye değil, muhafazakârlar ve devrimciler diye tanımlamak daha sağlıklı olacaktır.
Muhafazakâr Telaş Nereye Kadar? - 04/04/2018
1 2 Şubat 2016 Cuma günü Türkiye camilerinde okutulan Diyanet İşleri Başkanlığı çıkışlı hutbe, sosyal medyada tartışmalara sebebiyet verdi. İçim kabul etmedi, Rabbim ise kabul etti mi etmedi mi bilmiyorum.
DAEŞ Menziline Nereden Varılır? - 18/06/2017
DAEŞ Menziline Nereden Varılır?
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı - 19/05/2017
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı
 Devamı
Her Ay Bir KİTAP

www.massiftasarim.com
E-Mas Reklam
Son Dakika Haberler
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar19.093719.1702
Euro20.705620.7886
sanalbasin.com üyesidir
Duyuru
Bursa Seyir Defterinde; Bursa hakkında makaleler, gezi ve tanıtım yazıları, etkinlik ve duyurular (sergi, konser, konferans, panel v.s) kültür sanat haberleri, fotoğraf albümleri, videolar, Bursa Medya Portalı (Bursa Gazete-Dergi manşetleri, linkleri) yer alacaktır. Bursa Seyir Defteri, Bursa hakkında sözü-çalışması olan herkese açıktır.