• https://www.facebook.com/bursaseyirdefteri/
  • https://twitter.com/bursed25

                                                               

Mahmut Celal Özmen

Hava Durumu
Videolar
Mahmut Celal Özmen
Sokak Fotoğrafçısı
Üyelik Girişi
Site Haritası
Takvim
HER AY BİR KİTAP
Metin ÖNAL MENGÜŞOĞLU
bursaseyirdefteri1@hotmail.com
MARTİN LUTHER DE BÖYLE Mİ DEMİŞTİ?
26/06/2018
Müslüman kimliği öne çıkan aydınların büyük çoğunluğu yaşadığımız zaman diliminden şikâyetçidir. Zamana sövmemek, onu suçlu görmemek, kendilerini kritiğe tabi tutmakla uyarılmış olmalarına rağmen maalesef bu böyledir. Yeryüzüne egemen olan maddeci/dünyacı/seküler batı zihniyetinin doğu toplumlarını da bozduğu, din, ahlak ve fazilet gibi değerlerden uzaklaştırdığı kanaatindedirler. Onlar Modernite denilen ve ana rahmi batı dünyası olan Tanrı tanımaz, hümanist, egoist bu yeni yaşama biçiminden, İslâm dünyasında en ziyade etkilenenlerin ise deyim yerindeyse yenilikçi Müslüman düşünürler olduğunu söylemekten gizli bir haz duyarlar. Yenilikçileri en hafifinden müsteşriklerin izinden gitmek, en ağırından ise reformistlikle suçlarlar. Gelin görün ki bu suçlamayı yapanlar mesela ülkedeki nüfusu en kalabalık ve en etkin grubu bulunan fırkaya baksalar (Fetö ve avaneleri), onların, bırakın moderniteyi, Kemalist sistemin birer şövalyesi gibi çalıştıklarını göreceklerdir.
 
Gravat takmayan bir hoca efendiye bağlı bu gurubun mensuplarından tek bir ferdin bile gravatsız dolaşıyor olmaması, en basit ipucu niteliği taşır. Tüm mensuplarını neredeyse tek tip bir kılık, kıyafet ve bıyık modasıyla birbirine benzeten bu oluşum dururken modanın, modernitenin etki alanında başka kimlikler aramak doğru mudur? Ne var ki insanlar alışkanlıklarını kolaylıkla bırakamazlar. Alışkanlık türlü şablonlar, klişeler üretmiştir. Söz konusu oluşum bir kere muhafazakâr, maneviyatçı ve gelenekçi olarak bilinmiştir. İslâm’ın yenilikçileri olarak anılan ve insanları kaynaklara, ana kaynağa dönmeye çağıranlar ise yanlışlıkla reformcu olarak yaftalanmıştır. Mevcut yaşama modeline bakarak düşünmek ve konuşmak yerine bu iki yanlış bilgiyle davranmak insanların kolayına gelmektedir.
 
Kırk yıl kadar evvel Kur’an’a, temel kaynağa dönülmesini savunan Müslümanların, Martin Luthercilik, müsteşriklerin izinden gitmekle suçlandığını iyi hatırlıyorum. Bu tavrı Batının İslam’ı Protestanlaştırma politikasına destek vermek olarak gören gelenekçiler vardı. Söz gelimi içeriden yapılan Osmanlıya yönelik bir eleştirel analiz ise, Kemalist sistemin ekmeğine yağ sürmek gibi değerlendiriliyordu. Türkiye’nin İslamî vizyonuna egemen mevcut aydınların çoğunluğu, Müslümanların mevcut zillet halinin suçlusu olarak modernliği görmeğe pek eğilimlidir. Sanki modernlik öncesi her şey süt limandı da, ufak bir fiskeyle ortalık tarumar oldu. Neredeyse dünyanın fiziki manada dörtte birine egemen olan bir siyasal güç, böyle küçük fiskelerle mümkün müdür yıkılsın? O bünyeyi içten içe kemiren dâhili bir kurdun olduğunu görmemek, düşünmemek, ancak bir ömür boyu ortaya rastgele saçılmış klişeler, şablonlar, sloganlarla hareket etmenin körlüğüdür.
 
Kanaatimce Müslüman dünyadaki ana blokları gelenekçiler ve modernistler diye değil, muhafazakârlar ve devrimciler diye tanımlamak daha sağlıklı olacaktır. Nitekim Aliya İzzetbegoviç de benzer bir ayrımı yapmıştı. Ayrıca gelenekçi muhafazakârların, devrimcilere nazaran, modernist, reformist ve de Kemalist sistemden, ötekilerden daha ziyade etkilendikleri hususunda, her zaman ve herkesle, hem de yüzlerce örnek üzerinden tartışabiliriz. En azından şurası unutulmamalıdır ki devrimciler dediğim blok, halen özgün düşünen, konuşan, üreten ve yaratma çabasında bulananlardır. Oysa gelenekçiler, o güne kadarki birikime hiçbir şey katmaksızın, üstelik onu kutsayarak sürdürme taraftarıdırlar. Bu sebeptendir ki yeniliğe ve değişime kapılarını kapamışlardır. Oysa kapıları her daim açık bulunan yenilikçiler evet, her yeni etkiye de açık olacaklardır. Lakin düşünme, konuşma, üretme ve yaratma faaliyetini sürdürdüklerinden, yanlış ve eksik karşısında bir direnme ve dayanma güçleri bulunacaktır. Oysa muhafazakârlar böyle bir güçten mahrumdurlar. Bu sebepten de durarak, susarak, kaçarak kendisine karşı konulamayacak olan değişim ve yenilik rüzgârı, gelenekçi ve devrimci ayrımı yapmaz. Duranlar, susanlar, kaçanlar da o rüzgârın hışmına mutlaka uğrayacaklardır. Bu kaçınılmazdır. Oysa düşünerek direnenlerin başarma ihtimali her zaman mevcuttur.
 
Müslümanların son siyasi temsilcisi görünümündeki Osmanlının çöküşü, buna mukabil Hıristiyan Batının yükselişi akabinde bir klişe söylem, doğulu ve batılı aydınların dilinden düşmez olmuştu: İslâm Teceddüde Manidir. Batılı zekâ, kendi yakın geçmişindeki gerici yaşama modelini unutmuş, fiziki olarak bir üstünlük yakaladığı doğuyu çoktan karalamaya, onu kalbinden vurmaya başlamıştı. Güya doğuyu geri bırakan onun asırlardan beridir bağlı bulunduğunu iddia ettiği dini yani İslâm idi. Doğunun son temsilcisi Osmanlı sahiden muazzam bir fiziki bünyeye sahipti. O bünyenin çöküşü, yıkılışı da son derece yüksek perdeden gerçekleşiyor, çok ses getiriyordu. Kolay değil, bir kaç milyon kilometre kareye hükmeden saltanat sarsılıyor, kuşatılıyor ve dar bir alana kıstırılıyordu. Başını Türklerin çektiği Müslüman egemenliği üzerinden bin, Son Peygamberi sayarsak neredeyse bin beş yüz yıl geçmişti ki, Endülüs sonrasındaki bu çöküş, bir takım vehimleri kışkırtmaya yetiyordu: o da İslâm Teceddüde Manidir fitnesinden başkası değildi.
 
İster Osmanlının ömrünün son iki yüz yılına sıkıştırmaya çalıştığı, Batılılaşma heves ve çabaları, isterse düşmanın fitneleri sonucu gerçekleştiği düşünülsün, yerli aydınların da hatırı sayılır bir kısmı, gerek yürekten gerekse propagandalara kanarak benzer kanaati taşıyorlardı. Peki, sahiden bir çöküş, gerileyiş var mıydı: vardı elbet. En azından muazzam bir toprak kaybı söz konusuydu. İkincisi yüzyıllardan beri Müslüman halkların hatırına bile gelmeyen kavmiyetçilik fitnesi hortlamıştı. Saray hayatı çoktan çürümüş, kendi olmaktan çıkmıştı. Medreseler, tekkeler maalesef ciddi çöküntü içerisindeydi. Bütün bunları bu günden durarak ne inkâr etmenin ne de dizleri dövmenin artık bir faydası yoktur.
 
Çöküntünün müsebbibi olarak ise batı dünyasını görerek, yalnızca düşmanı suçlamak, yerli bünyeyi ciddi bir oto kritikten mahrum bırakmak, ne kadar isabetlidir? İslâm’ın yeniliklere karşı duran bir din olduğu fitnesini yayan batılılar ile buna çanak tutan doğulu kopyacılarına, o tarihlerde acaba cevap verecek Müslümanlar yok muydu? Varsa bunlar kimlerdi? Medreselerden, tekkelerden yahut sarayın bizzat içerisinden böyle bir tepki hatırlayan var mıdır? Sultan 2. Abdulhamit bu sualler karşısında, biliyorum birçok kimsenin hemen hatırına gelecektir. Ancak bu zatın memleket içerisindeki kansız yönetimi önemli olsa da, imar ve inşa faaliyetleri, eğitim çabaları, hakkaniyetli bir nazarla incelendiğinde, netice itibariyle batılılaşmaya çanak tutma yönünde bir tür gelişme sağlamıştır. Ve zaten İslâm Teceddüde Manidir iddiasını destekleyen aydınlar, onun açtığı mekteplerin talebeleriydi. Kemalist rejimi inşa edenler, 23 devrimlerini gerçekleştirenler kimlerdi?
 
Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal, Mehmed Akif gibi yenilikçi zihinler, hem düşmanın hem de içerideki örümcek kafalıların karşı cephesinde yer alan ve ilk kez İslâm’a dönük iftiralara en yüksek perdeden cevap yetiştiren münevverlerdi. Dönemlerin müderrisleri, şeyh ve ağaları, saraylıları paçalarını kurtarmak peşindeyken, onlar, viran olası hanelerinde evladı ıyal vardır dememiş ve bugünlere ulaşmış aydınlık zihinlerin önünde, ufuk açıcı yenilikçi ve dirilişçi hamlelerini yapmışlardı. Elbette o kaos ortamında alel acele üretilen kurtarıcı, onarıcı, uyarıcı bütün fikir ve hamleler, yüzde yüz doğru ve orijinal olmayabilirdi. Bir düşünün, o tarihlerde onlar da susmuş olsalardı, meydanda kim kalırdı? Sırf Mehmed Akif ismini dönemi içerisinde yok saydığınızı düşünün, ortaya çıkacak boşluğun hacmi, korkunç boyutlara ulaşacaktır. Ne diyordu: “Eğer çiğnenmemek isterseler seylabı eyyama/ Rücu etsinler Müslümanlar sadr-ı İslâm’a”.
 
Müslüman dünyada insanlar, ulus devletlerini kurarak, güya kısmi bir rahatlık dönemi yaşamaya başlayınca, özellikle de Türkiye’de genetik refleksler yeniden harekete geçti ve geleneksel klişe ve şablonlar yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Bir kere İslâm’ın yenilikçileri olarak bilinen kimseler ya oryantalist etkiler altında ya da modernist ve reformist olarak kolaylıkla suçlanır oldular. Merhum Akif’in diliyle soracak olursak: “Ya sen nesin? Mütevekkil! Hüdayı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda/ Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete ha!”. Modernitenin taşıyıp getirdiği sanılan dünyevileşme/ sekülerleşmenin de suçlusu yine aynı kimselerdir bu şablonculara göre. Çok susan, uzun boylu susan adamların tavrında hikmet arayan bu ve benzeri gafilleri esasen kötü niyetli olarak görmüyorum. Onlar atalarının yolunda bir lokma bir hırkaya razı olarak, kimseyi incitmeden, kimse tarafından incitilmeden yaşayıp gitmeyi murat etmektedirler. Ne yaparsınız ki yeryüzündeki hayat, her şeyin zıddıyla kaim bulunduğu, işe yarar bir modelin ancak kısasla gerçekleşeceği, Hak ile bâtılın sürekli savaşacağı bir sahnedir.
 
Oysa yeryüzündeki dünyevileşme, ne modernitenin ürünüdür ne de asrımızdaki miktarı öncekilerden daha ziyade ve daha keskindir. Son peygamberin mücadele ettiği dünyaperest düşmanların, bugün yaşayanlardan daha zayıf olduğunu kim söyleyebilir? Son Resulün düşmanı elbet bugünkülerden daha zalim olmalıydı ki mücadelesindeki kıymet ve örnekliğin anlamı bulunsun. O halde şu klişeleri artık terk etmenin tam zamanıdır. “Öyle bir çağda yaşıyoruz ki ahir zamandır. Bu çağ Tanrı’yı hayattan kovan çağdır. Din dünyayı terk etti. Vb.” Sanayileşme, kentleşme, sekülerleşme, kapitalizm, bürokrasi gibi modern zannedilen durumlar, yeryüzü kurulduğundan beri vardı ve bunun suçlusu asla yaşadığımız zaman dilimi olamaz. Her devrin dünyacısı da vardı maneviyatçısı da. Hatta her devrin sosyalisti (toplumcu) ve kapitalisti de vardı. Üstelik birini diğerinden daha ehven ve/ya azgın görmenin doğru dürüst bir kriterini kimse bulamaz. Ayrıca dünyevileşme kötüdür de ruhbanlaşma çok mu iyidir? Dünyaya dair bir boş vermişliği öğretisinin temeline oturtan mistisizm, dünyacılıktan bazen daha tehlikeli sonuçlar yaratmıştır. Hem sonra bugünkü dünya seküler bir yapıya doğru hızla evirilmişse, bunun asıl suçlusu batıda kilise, doğuda ise tekke ve zaviyelerin aşırı maneviyatçılığı değil midir? Kim kime kızmaktadır o halde?
 
Dünyaya bugün egemen olduğu gözlenen maddeci, dünyacı, seküler küresel ve yerel güçler, insanların din algısını bulanıklaştırıyor (gelenekçi bir yazar böyle iddia ediyor) diyelim. Peki, Süleyman Çelebi’nin Mevlit kitabına, Mızraklı İlmihale yahut Osmanlı halkının Türkçedeki temel muteber eserleri olan Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut, Müzekkin Nüfus ve Nefahat-ül Üns’e indirgenmiş din algısının sıhhati hususunda hiç mi kuşku yoktur? Ağzına kadar uydurma hadis, masal ve menkıbelerle donatılmış yığınla halk kitabının bir kusuru yok mudur? Asırlar önce meydana getirilmiş ve ancak o çağların ihtiyacını karşılayacak bir kabiliyeti bulunan içtihatları, günün insanına dayatarak, hayatı dondurulmuş bir fıkha mahkûm etmenin zararı dokunmamış mıdır?
 
Müslüman dünyanın yenilikçilerini oryantalistlikle suçlayan gelenekçi çevrelerin, şu klişe yaftaları kullandığına sıkça tanık olunmaktadır. Derler ki, yenilikçiler İslâm’a modern söylemler dayatmaktalar. Modern söylemlerin başında da zarureten kullanılan Sahih İslâm, Kur’an İslâm’ı gibi ifadeleri sayarlar. Ama unuttukları en önemli husus şudur: sürekli yenilikçilerle ortak söylem sahibi olmakla suçladıkları batının hazırlattığı Büyük Ortadoğu Projelerinde, Müslüman yurtlarındaki gelenekçi çevrelerin desteklenmesi açıktan, en önemli bir madde olarak kayıt altına alınmıştır. Müslüman yurtlarında batılıların arzu ettikleri tipte bir ılımlı Müslümanlık, ancak ne hikmetse yenilikçiler değil de gelenekçiler eliyle servis edilmeye müsait görülmektedir. Bir başka garip rastlantı da Müslüman dünyanın en itibarlı gelenekçi filozofu Seyyid Hüseyin Nasr’ın oğlu Vali Nasr’ın, bahsi geçen projenin mimarlarından birisi olduğu ve içeriden batılılara bilgi servisi yaptığı yönündeki haberlerdir. Şimdi sorma sırası bizde: gelenekçiler mi müsteşriklerin gözbebeğidir yoksa yenilikçiler mi onların etkisiyle konuşmaktadır?
 
Hep söylerim, hiç konuşmayan, düşünmeyen, üretmeyen ve yaratmayan insan, elbet hiç hata da yapmaz. Hata yapmaktan korkarak susan kimse ya mükemmeliyetçidir ya da söyleminden, eyleminden ve inancından emin olmayan şüphecidir. Böyleleri düşünmek ve konuşmak mecburiyetinde kaldıklarında da slogana, klişeye, şablona, herkese göre olana, harcı âleme sığınırlar. İşin kolayına kaçar, en azından kalabalıklar nazarında bilgi ve inanç hususundaki gizemliliklerini muhafaza ederler. Birilerini yüceltirken yahut karalarken, basmakalıp ifadeler kullanır, bunu da bir marifet gibi sunarlar. Hatta öyle ki insanlığın hurafelere ihtiyacı bulunduğunu söyleyerek fiyaka bile satarlar. Dünyevileşmeye karşı övdükleri ve sığındıkları ise insanların kendinden geçmesi, aşk, kal değil hal, akıl değil gönül gibi ayağı yere basmayan, izahını kendilerinin de yapamadığı, her zaman muğlâk ve anlamsız ifadelerdir. Mesela ibadetin dünyayı unutarak, onu kalpten atarak yapılması gerektiği klişesi yaygındır. Bu anlayış, ibadeti de dünyayı da Allah’ın öğretisine göre değil, maalesef bir şey bilmeyen atalarının keyfine göre tanımlayan, bir bakış açısını sergilemektedir. Oysa Müslüman, dünyada ve ahrette kendisi için hayır ve saadet dileyendir. İbadet ise Müslüman’ın meşru bütün davranışlarının umumi adıdır ve ancak dünyada gerçekleşecektir. Eğer söz konusu diyelim namazın edası ise, onu uzlet bir köşeye çekilerek değil, insanların tam ortasında, insanlarla birlikte adeta bir manifesto gibi ve etraftaki bütün kaos ve kargaşaya rağmen eda etmek makbuldür.
 
Şabloncu ve basmakalıp iddia sahipleri, mesela neden her zaman muhafazakâr ve maneviyatçıdır? Ayrıca bu iddia ve tutumlarında ne ölçüde samimidirler? Gerçekten dünyaya boş vermişler midir? Bu ayrı bir inceleme konusudur belki ama gelenekçilik bir tür nefs terbiyesi meşrebiyse eğer, o zaman, neredeyse yüz elli okka çeken, tanıdığım birçok tekke şeyhinin, bence müritlerine bir doktor raporu gösterme borcu vardır. Hülasa Müslüman dünyada, klişe ve şablonlara sığınanların, çileci Doğu dinleri ve aforizmacı Batı dinlerinden etkilenenlerin, atalar yolunda gitmeye kararlı ve ısrarlı muhafazakâr çevrelerde yetiştiği malum olmuştur. Çünkü onlar orijinal, özgün düşünme ve üretme yerine, mevcudu korumaya programlıdırlar. Bunun en pratik yolu ise yenilikçi ve dirilişçi ruhu karalamaktan geçiyor. Son Allah mesajının Allah Elçisi vasıtasıyla ortaya konulan, dinamik ve inkılâpçı yapısını tahribe dönük bu tür çabalar, ne kadar yaygın olurlarsa olsunlar, köhnelikleriyle birlikte yitip gitmeye mahkûmdurlar. Çünkü yanılmaktan, isabetsiz içtihat yapmaktan korkmayan, özgün düşüncelerin üretici ve yaratıcısı olan yenilikçi ve dirilişçi Müslümanlar, yanılmanın bile insana Allah indinde sevap kazandırdığı, o muazzez akletme eyleminin farkındadırlar. Çünkü yeryüzünün yegâne teceddüt (yenilenme) dininin İslâm olduğunu onlar çoktan fark etmişlerdir. Âdem’den beri gönderilen bütün Allah Elçileriyle birlikte gelen her mesajın, o dönemin ruhuna hitap ediyor olması bunun en sarsılmaz delilidir.

                                                                       (Umran Dergisi Ocak 2010)

 



1278 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı-2 - 19/10/2019
Düşünme kendiliğinden ve her basamağında, her modelinde dinamik bir eylemdir. Durup düşünmek denildiğinde de dinamizminden bir şey kaybetmez.
‘Mumyalanmış Dil’dir Düşünmenin Düşmanı -1- - 09/08/2019
Dilin mumyalanması, dondurulması demek ise, bireyin düşünme mekanizmasını iptal ederek, kendisini, kendisi gibi bir beşerin iradesine bağlaması demektir. Doğrudan bağlanma da denilebilen bu irtibat, rabıta diye de bilinmektedir.
İNSAN KİMDİR? - 03/05/2019
Sözsüz vahyin dilinde doğrudan insan teki ile alakalı ifadeler, büyük çoğunlukla olumsuzluklara dair karakterlerin tasviri yüklüdür.
Bin Birinci Endişe - 03/04/2019
Dindarlığı Nereden Başlatmalı?
Şairce Bir Hasret, Çığlık Hürriyeti - 24/02/2019
“Çığlık Hürriyeti” ifadesi elbette sözün gelişi bir genç şairin özlemiydi. Aslında hürriyet tek başına bugün bütün Müslümanların üzerinde yeniden düşünmeleri gereken önemli bir kavramdır.
EYVAH DEİZM YAYILIYOR DERHAL “İSLAM’I GÜNCELLEMELİ” - 18/09/2018
Münasebetsiz hatta densiz bir haber, devlet başkanını yukarıda tırnak içerisinde verdiğimiz sürçi lisana mecbur etti.
Muhafazakâr Telaş Nereye Kadar? - 04/04/2018
1 2 Şubat 2016 Cuma günü Türkiye camilerinde okutulan Diyanet İşleri Başkanlığı çıkışlı hutbe, sosyal medyada tartışmalara sebebiyet verdi. İçim kabul etmedi, Rabbim ise kabul etti mi etmedi mi bilmiyorum.
DAEŞ Menziline Nereden Varılır? - 18/06/2017
DAEŞ Menziline Nereden Varılır?
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı - 19/05/2017
Taş Bitti, Şehir Kentsel Dönüşümün Altında Kaldı
 Devamı
Her Ay Bir KİTAP

www.massiftasarim.com
E-Mas Reklam
Son Dakika Haberler
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar23.004923.0971
Euro24.607624.7062
sanalbasin.com üyesidir
Duyuru
Bursa Seyir Defterinde; Bursa hakkında makaleler, gezi ve tanıtım yazıları, etkinlik ve duyurular (sergi, konser, konferans, panel v.s) kültür sanat haberleri, fotoğraf albümleri, videolar, Bursa Medya Portalı (Bursa Gazete-Dergi manşetleri, linkleri) yer alacaktır. Bursa Seyir Defteri, Bursa hakkında sözü-çalışması olan herkese açıktır.